25 Ağustos 2010

[bisikletle]Türkiye: Kars


Nereden aklımıza geldi Kars–Ardahan–Iğdır?!! Şimdi tam hatırlamıyorum. Yalnız şu bir gerçek ki, yazın sıcağında gidilecek en güzel coğrafya. Bölge, öyle yüksek inişli çıkışlı da değil, seyri kolay, genelde %6’lık bir eğim. Tabii istisnalar var, hem de ciddi. Ehh, gülü seven dikenine katlanırmış.

Başta aklımızda ağustos ayı vardı, ancak 10’unda başlayacak ramazana denk gelmemesi için geziyi temmuz ortasına aldık. Yola çıkmadan sıkı bir araştırma yaptık. Öncelikle iklim, yolun eğimleriyle ve evsafıyla ilgili. Sonrasında, güzergâhı belirlemek için internetten haritalar çıkarttık. Yolumuz üzerindeki doğal ve tarihi güzellikleri not ettik. Sadece bunlarla kalmayıp, uğrayacağımız il ve ilçelerin yerel yöneticilerini araştırdık, bölgenin kültürel ve ekonomik yapısını inceledik. Kalabileceğimiz yerleri, banka şubeleri ve ATM gibi bize gerekecek bilgileri topladık. Sonunda bütün bunları derleyip amacımızı anlatan bir proje dosyası oluşturduk: [bisikletle]Türkiye

Hazırdık, geriye tek bir şey kalmıştı; Kars’a gidiş gelişi nasıl yapacaktık? Üç seçenek vardı: havayolu, karayolu veya demiryolu. Bunların içinde en cazibi elbette demiryoluydu bizim için: Doğu Ekspresi.

İnternetten edindiğimiz bilgileri bir de yerinde onaylatalım diye, bir gün Haydarpaşa garına gittik. Ancak duyduklarımıza inanamadık: Tren seferlerinin 27 Haziran’dan sonrası şüpheliydi. Yol çalışması nedeniyle bilet satışı da yapılmıyordu. Haydi bakalım, üstümüze sanki kaynar sular döküldü. Ne edecektik şimdi? Otobüsle gitmek nedense ikimize de pek keyifli görünmedi. Uçak zaten hiç düşündüğümüz bir şey değildi. Bu durumda temmuz başını beklemek (çünkü ancak ay başında durum belli olur demişlerdi) ve olumlu düşünmekten başka seçeneğimiz yoktu. Böyle kös kös beklemek yerine, olmazsa başka nereye gideriz diye de araştırma yapmaya başladık. Yazı İstanbul’da geçirecek değildik herhalde!

Sonunda yüzümüz güldü ve temmuzun ilk seferini 12’sine koydular. Biz de 13’üne biletimizi aldık. Ohh çektik, kafamız rahatlamıştı. Artık tam gaz hazırlığa geçebilirdik. Bir ay İstanbul dışında olacağımızdan yapılması gereken pek çok şey bırakacaktık geride; sıraya - düzene konulmalıydı. İkimizin de işi çoktu.



13 Temmuz 2010, Salı / Haydarpaşa – Kars (Doğu Ekspresi)

Toparlanmak ve bir yığın işlerden dolayı gece hiç uyumadık. Belki de daha iyi oldu, uyusaydık kalkmamız zor olabilirdi. Tren saati 7:10’du. 6:30 gemisiyle Karaköy’den Haydarpaşa’ya geçmeliydik, bu da bize 20 dk. zaman tanıyordu yerleşmek için. Nasıl bir işlem uygulayacaklardı bisikletlere, merak içindeydik.

5:55 gibi eşyaları apartmanın önüne çıkarmış, çantaları takmış ve sabahın serinliğinde Topağacı’ndan Karaköy yolunu tutmuştuk. Sokaklar boş, kimse mesaiye daha başlamamış. Bu da sıkıntısız pedal basmamıza yaradı. 6:30 gemisine yetişmek için zamanımız vardı, hatta 6:10’a bile yetişebilirdik. Şöyle bir baktık birbirimize. Hadi gel, pedallara kuvvetli basalım da ilk gemiye yetişelim dedik. Oldu da ve genelde kalabalık günde 25 dk. ihtiyaç duyduğumuz yolu 15 dk.‘da sorunsuz aldık. Böylece garda acele etmemize gerek de kalmadı.

Gemiden inip, merdivenler yerine soldaki rampadan sürüverdik velespitleri içeriye.

“Haydarpaşa Garı’nın saray görkemindeki yolcu giriş salonu bir anda insanı zaman tüneline savurur. 1906’da temeli atılıp, 1908’de hizmete giren tarihi gar binası içinde Osmanlı askerleri, Alman inşaatçılar, İtalyan taş ustalarıyla karşılaşmak sanki hiç şaşırtmayacak sizi. Her şey o kadar eski, her şey o kadar sahici, her şey o kadar gerçek ki, içinize ‘bunlar da olabilir’ kuşkusu yerleşiyor” diyordu Nazım Alpman yazısında. Ne de güzel anlatmış, değil mi?

Yataklı vagonu en sondaydı. Kondüktör kapının önünde yolcuları karşılıyor, biletlerine göre kompartımanlara yerleştiriyordu. Bizim yerimiz sondan ikinci vagondaydı, 9-10 no’lu yataklar. Çantaları yerleştirip, bisikletleri en öndeki yük vagonuna (furgon) koymak için başa doğru pedalladık. Yetkili ortalarda yoktu. Makinist ile ufak sohbetlerle bilgi almaya çalışıyorduk. Ankara’ya kadar bu lokomotifle (elektrikli), sonrasında mazotlu makineyle gidecektik. Genelde gecikme oluyormuş, 1-2 saat. Bu da bizim Kars’a akşam 8 yerine 10 ‘da varmamıza neden olacaktı. Kalacak yer sorununu bakalım nasıl çözeceğiz? Kafkas Üniversitesi’nden de ses çıkmadı, misafirhanesi için İstanbul’dan iletişime geçmeye çalışmıştım. Herhalde internetteki sistemleri çalışmıyordu.

Birazdan yetkili memur geldi ve bisileri vagona çıkardık. Uygun bir yere de sıkıca bağladık ki, sallantıdan etkilenmesinler. İşin ödeme kısmına gelince; en düşük ücret, ki bana yüksek geldi, 10 kg’a kadar 17- TL beher bisiklet için. Yataklıya, gidiş-dönüş indirimiyle 66- TL ödemiştik (tek yön bir kişi). Bu fazla değil mi sizce de, 17 lira!?? Neredeyse dörtte biri. Halbuki kapladığı yer kompartımanın onda biri bile değil. Ne zaman bisikletliyi baş tacı edecekler merakla bekliyoruz!

34 liranın makbuzunu alıp yataklı vagonuna geri döndüm. Firuzan yerleşmişti bile. Ohh, küçük kompartımanımız 38,5 saat için bizimdi, 1933 km yol gidecektik. Bu sırada “İzmit-Adapazarı-Bilecik-Eskişehir-Ankara-Sivas-Erzincan-Erzurum-Kars yönüne gidecek Doğu Ekspresi, 5 dakika sonra 9. perondan hareket edecektir” anonsu yapıldı.


 


Tren hareket düdüğünü öttürüp yavaş yavaş yol almaya başladı. Gebze’ye kadarki bölümünü biliyorduk. Ama sonrasını uzundur gitmemiştim. Hatta gündüz treniyle gittiğimi hiç hatırlamıyorum. Belki çocukken, Mavi Tren’le Ankara’ya, olabilir.

Uykusuzluk kendini artık iyice belli ediyordu. Kondüktör de bunu fark etti. “Size yatağınızı açayım” dedi. 2,5 saat uyuyarak ancak kendimize gelebildik.

Hemen şunu da ekleyeyim, kondüktörümüz (Ankara’ya kadar) İbrahim Bey, güler yüzlü, kibar ve ilgili bir beydi. İkramlarını, hafif çalışan - soğutmayan ama serin tutan - buzdolabına yerleştirdi. Meyve suyu, bisküvi gibisinden şeyler.

Acıktığımızdan yanımızdakilerle güzel bir kahvaltı yaptık. Tıngır mıngır giderek, sırasıyla istasyonları geride bırakıp, etraftaki güzelliklere odaklanarak, kah kestirip, kah gazete okuyarak Ankara’ya vardık. Burada Cihat bizi bekliyordu. Turing’den aldığı bir evrakı verecekti. Geçen yazdan beri görüşmemiştik, telefonlar hariç tabii. Bu da güzel bir vesile oldu ve hasret giderdik.

Ankara’ya varışımız 1 saatlik rötarla oldu. Lokomotifin değişmesi, personelin yenilenmesi sonrasında yeni kondüktörümüz İlhami Bey’le yolumuza devam ettik.

Bu gezimizde ilk defa yanımızda bilgisayar taşıyorduk, internet bağlantımız da vardı, vınnlayabiliyorduk. Araştırmalara devam edebilmek, notlar alabilmek için iyi bir imkan sağlıyordu.

Tren yolculuğu başlı başına bir olay. Dağların arasından, tünellerin içinden, ovaların üzerinden, nehirlerin kenarından tıngır mıngır yol alarak geçtik, sırasıyla Kayseri, Sivas, Erzincan ve Erzurum’u. Buradan sonra yol çalışması sürdüğünden oldukça yavaş seyrettik. Bu da bizi 7 saatlik bir gecikmeyle, çarşamba gece yarısından sonra saat 3’de ulaştırdı Kars’a. 2 günümüz ve gecemiz neredeyse trende geçmişti.




Bu saatte (03:00) otel motel bulmak imkansız olduğundan TCDD’nin misafirhanesinde kalmak istedik. Yer de vardı. Firuzan 18 liradan, ben 15 liradan (devlet memuru indirimli) bir odaya yerleştik. Önce evlilik cüzdanı olmaması bir mesele gibi göründüyse de sonra inandırıcı halimiz her şeyi çözdü. Hemen kendimizi yatağa atıp kalan uykumuzu tamamladık.


15 Temmuz 2010, Perşembe / Kars

Uyku saatleri karışmıştı, üstelik sağ gözümdeki enfeksiyon da (trenden ayrılırken gözümü ovuşturunca başladı) beni perişan etti. Dayanılmaz bir batma yüzünden sabah yedi buçukta hastaneye, göz polikliniğine gittik. Sıra almalar - beklemeler vs... Hiç hesapta olmayan bu durum canımı çok sıktı; ister istemez program gecikecekti. Doktor da bir türlü gelmiyor. Mesai saati halbuki çoktan başladı. Diğer servisler açıldı, biz halen bekliyoruz. Ya sabır! Etraftaki insanlarla küçük sohbetler, nereden geldiğimizi merak ediyorlar. Hepsi konuşmaya meyilliler. Nihayet 10 gibi doktorun önündeyim. Kontrol ediyor, bir şey bulamıyor. Benim canım yanıyor ama. Işığa bakamıyorum. Ne oldu bu göze ki?

Hastaneden ayrılıyor ve bir minibüsle merkeze gidiyoruz. Adam başı 1,5 TL; mesafe de öyle çok uzak değil, bana biraz fazla geldi. Anlaşılan burada ulaşım pahalı. Tek olumlu tarafı ayakta yolcu almıyorlar. Belki de ondan. Bizde İstanbul’da, 9 kişilik araca 19 kişi doldurup halen sıkışın beyler diye ısrar ederler.

Hastane dönüşü küçük bir Kars turuna çıktık. Sokaklarını, çarşılarını dolaşıyorduk. Kahvaltı meselesini çözmek için hıyar + domates (125’er kuruştan), kaşar peyniri (12,- TL/kg), acı biberli zeytin (8,- TL/kg) aldık. Bir de bakkaldan 75 kuruşa lavaş, hani bizim pidelerin uzun olanından.

Ve kahvehane aramaya başlıyoruz. Dışarıda masaları yok buradakilerin, içeride de sigara içiyorlar (burada yasak daha geçerli değil, uyarı yazısına rağmen). “Nenemin Yeri” dediler, dışarıda masaları varmış. Onu ararken gözümüze çayevlerinin bulunduğu ilginç bir sokak göründü. Daldık içine. Burada közde çay yapılıyordu. Masalar kahvelerin önünde, dükkanlara paralel. Dar ve uzun. Tam da aradığımız.

Gülüm Çayevi’ne yerleştik. Kahvaltımızı burada yapalım istedik. Çaycı Savaş Bey’in bize temin ettiği tabak, çatal, bıçak ve aldıklarımızı sofraya yayıp, çayları da ısmarlayınca kahvaltımız hazır oldu. Közde demlenmiş bu çaylar 50 krş. Buraya Şeytan Pazarı diyorlarmış. Nasıl bir ilişkisi vardı şeytanın burayla acaba?!!!


 

Hava çok sıcak değil. Keyifli bir serinlik içinde. Dolaşarak misafirhaneye döndük, yol üzerindeki pazardan 1 TL’den domates alıp. Biraz dinlenelim istedim, göz ne de olsa sıkıntı veriyordu.

Bisikletleri istasyonun bagaj bölümüne bırakmıştık, durumlarına bakmak için gittim yanlarına. Benim ön tekerin havası inikti. Ne oldu merakı içinde supabı kontrol etmek için lastiğe hava bastım, sorun yoktu. Demek ki lastikte patlak vardı. Sonraya bıraktım tamirini. Ha, bu arada şunu da belirteyim: Gelirken trende bisikletleri yük vagonuna koyuyorsunuz ya, tüm yol boyunca kapıyı kapatmadıklarından indiğinizde bisikletinizin üzeri bir parmak tozla kaplı geliyor. Bu nedenle, bir şekilde toza karşı örtmek lazım. Belki bir plastik torbaya sokmak, battal boy çöp torbası geçirmek gibi.

Biraz uyuduk. Kalktığımızda hava değişmişti. Kara bulutlar geliyordu ve iyicene serinlemişti ortalık. Gezmek için çıktık ama az sonra sağanak yağış indirince kendimizi bir bakkalın tentesinin altına zor attık. İyi yağıyordu. Hatta iyiden de iyi diyebilirim. Bizim gibi sığınmış bir beyle sohbete geçtik. Yağmur dinince de beraber yürümeye başladık. Mahmut Bey, Çıldırlı, Kıbrıs’ta Palm Beach Oteli’nin yeme-içme müdürü. Zamanında Çıldır’da öğretmenlik de yapmış. Ama 28 yıldır buralara gelmemiş, hasret gidermekte. İstanbul’da da evi var. Çocukluk anıları eşliğinde Kars’ı dolaştık. Şeytan Pazarı’na gittik ve terzi Elbeyli Bey’le sohbet ederek közde çay içtik. Fotoğraflar çektik ve akşama buluşmak üzere kendisinden ayrıldık. Mahmut Bey yarına, Çıldır için otobüs bileti alacaktı. Kim bilir nasıl duygular içinde? Yıllar sonra büyüdüğün yere dönmek, belki tamamıyla geçmişi değil ama yaşadığın anları hatırlamak!

Biz Kars Kalesi’nin yolunu tuttuk. Genç bir bisikletçi olan Berk’in rehberlik teklifini ücret istemeyeceği sözü üzerine kabul ettik. Ezberlediği kale tarihçesini dinleyerek birlikte tepe noktasına kadar çıktık.

1153 yılında Saltuklu Sultanı Melik İzzeddin’in emriyle yapıldığı söylenen kale, 1386’da Timur tarafından yıkılıyor. Sonra 1579’da III. Murat’ın emriyle yeniden inşa edilip, 1606 yılında İran Şahı I. Abbas tarafından tekrar yıkılıyor. 1616 ve 1636’da iki onarımla yeni birimler eklenmiş. Ancak 1877-78 Osmanlı-Rus savaşından sonra 40 yıllık Rus işgalinde tahribata uğramış ve orijinalliğinden, kısmen de olsa uzaklaşmıştır.

Kale ücretsiz geziliyor, içinde bir türbe (Celal Baba) ve küçük bir çayevi var. Kars’a tepeden bakan bu kale daha bakımlı olabilirdi. Öncelikle çevresindeki gecekondumsu binalar ayıklanmalı.

Arka duvarından bakıldığında Kars Çayı kenarında Kafkas Üniversitesi’nin bazı fakülteleri görülüyor. Biz de turumuzu tamamlayıp geldiğimiz yoldan inerken Berk bizi yakındaki sirk çadırına götürmek istedi. Orada akrobatlar, ki bunlar Fransız’mış, gençlere becerilerini öğretiyorlarmış.




Berk 5. sınıfta. Babası ilkokulda idari görevde, annesi ev hanımı, küçük kız kardeşi Kardelen. Güzel bir isim, değil mi? Yazın Kur’an kursuna giden Berk, akşamları Samanyolu TV’de “Tek Türkiye” dizisini merakla izliyormuş. Ezberi kuvvetli. Hayali, büyüyünce bilgisayar mühendisi ve de futbolcu olmak.

Aynı zamanda yabancı dillerde de kale tarihini ezberlemeye hazırlanıyor. Bunun için ihtiyaç duyduğu kitap parasının 230 lirasını toplamış, geriye 20 lira kalmış. Anladık ki, bakiyeyi tamamlamak istiyordu. Biz de kendisine 175 krş. vererek, ihtiyacını 18 lira 25 kuruşa indirdik. Papağan gibi tarihi Türkçe ezberlemiş. Şimdi de Almanca ezberlemek istiyordu. “Ne anlattığının doğruluğunu nereden bileceksin?” dediğimizde cevap veremiyordu, aynen ezberlediği Kur’an gibi. Ne anlama geldiğini bilmeden bir şey öğrendiğini sanmak.

Uzaklarda tepede bir heykel var, “İnsanlık Anıtı” imiş. Birbirine karşı duran veya bakan dev iki insan figürü. Oldukça yüksek. Bunu geçen dönem belediye başkanı dikmiş, bu dönemki başkan ise yıkacakmış. Nedeni için çeşitli şeyler dinledik. Kimi put dedi, kimi kaçak dedi, kimi rekabetten dedi, anlayamadık pek. Altında gazino gibi bir şey gözüküyor, o da kullanılmadığından tinerciler barınıyormuş. Şimdi dinamitlenmeyi bekleyen bu anıt için bakın gazetede neler yazılmış:

Karnımızı doyurmak üzere merkeze doğru yürüdük. Yoldaki Holland Otel’in (tek yıldızlı) önünden geçerken, fiyatları öğrenmek için giriverdik. Pek bir hayat belirtisi yoktu. İçerisi karanlık. Elektrikler kesik sandık. Seslenmemiz üzerine, sahibi olduğunu öğrendiğimiz Burhan Bey ile - uzun yıllar Hollanda’da yaşamış Kobra kod adlı bir “kick-box” şampiyonu - tanıştık. Neşeli, samimi, güler yüzlü biri. İki kişi O.K. 70,- TL dedi. Bugünlerde dış cephede restorasyon yapılıyormuş.

Yol üzerinde çokça kiralık, satılık ilanları vardı, camlara yapıştırılmış. Herkes Kars’tan gitmek mi istiyor? Kars terk mi ediliyor? Yatırım yapmazsan elbette insanlar gider. Sonunda İstanbul olur 30 milyon, buraları boş kalır.

Bir peynirciye uğradık: Keskinler. Kargo ile İstanbul’a peynir yolluyorlar. Kaşar 8,- TL, gravyer daha çıkmamış. Ağustos sonu hazır olurmuş.

Lokanta aramaya devam ettik. Gözümüze, midemize uygun bir yer çıkmadı bir türlü. En iyisi etraftakilere soralım! Firuzan banka önündeki iki kişiye yöneldi. Onların verdiği tarifle geriye dönerek, Kristal Döner ve Yemek Salonu’nu bulduk. Yemeklere baktık. Kalanların arasında kuru fasulye, pilav gibi yiyeceğimiz şeyler vardı. Bunun üzerine Mahmut Bey’i de telefonla arayarak, akşam yemeğini birlikte yemek için buraya çağırdık. Biz onu beklerken, yaptığı işte oldukça titiz müessese sahibi Tahsin Bey’le sohbete başladık.

Burası 58 yıllık, babadan (Rasim Bey) oğula geçmiş bir işletmeymiş. Kendisi Kafkas Üniversitesi’nde Boğaziçi Üniversitesi hocalarından proje dersi almış. Kars Turizm Elçileri Derneği kurucularından. Bize gravyer peynirinin yapılışından bahsetti. Kaynatılması, dinlendirilmesi, soğutulması ve muhafazası çok özel teknik ve bilgi gerektiriyor. Uzun ve meşakkatli bir süreç. Ancak bu şekilde yapılırsa, gerçek Kars gravyeri elde edilebiliyormuş.

Mahmut Bey’in de gelmesiyle siparişlerimizi verdik. Kendisi aç olmadığından sadece fırın sütlaç istedi. Biz ise, yayla çorbası ile başlayıp, arkasından kuru fasulye, pilav ve ikram olarak getirilen soğansız bir çoban salatayı afiyetle mideye indirdik. Bu sırada, Mahmut Bey’le biraz Kıbrıs, Çıldır’da çocukluğunda yaşadıkları, öğretmen olduğu yıllara ilişkin konularda sohbeti koyulaştırdık. Kahvelerimizi içtikten sonra bizi sürpriz bir yere götürmek istedi. Taksiye bindik. Çok uzaklaşmadan, 5 liralık bir mesafe sonrasında indik. Solumuzda Defterdarlık Binası, eski bir Rus yapısı. Önünden yürüyerek, sokak ve mahalle aralarından geçip Şelale denilen yere geldik. Burada bugün akmayan yapay bir şelale vardı. Kayabaşı diyorlardı bölgeye. Bir iki büfenin olduğu, birkaç bankın bulunduğu büyükçe yeşil bir alan, Mesut Yılmaz Parkı. Biraz bakımsız kalmış. İstenilse çok daha iyi durumda olabilir.

Yolda Meçhul Asker Anıtı ve Karslı Aşık Murat Çobanoğlu’nun heykelinin yanından yürüyerek devam ettik. Kars Nehri boyunca eski mahallelerden geçerek bugün kullanılmayan, yine eski bir Rus yapısı olan Hekimevi’nin önünden, sirk çadırına ulaştık. Yolda düğüne giden ailenin küçük kızı beni şortlu görünce babasına ”Bu kız mı, neden kısa giymiş?” diye şaşkınlıkla sordu.” Bunlar İstanbullu, öyle giyiniyorlar” dedi babası da.

Kıyıdaki çay bahçelerinin birinde adaçayı ve çay eşliğinde sohbeti iyice koyulttuk. Maalesef üşüyünce kalkmak zorunda kaldık. Burada çaylar 1’er lira. Su kenarında oturmanın bedeli sanırım.

Mahmut Bey “Sizler yemeğe meraklısınız, hınkal yapan bir yer göstereyim, yarın belki gidersiniz” dedi, ama gördük ki mekan tadilattaydı. Üç katını gezdirdiler. Cumartesi açılacakmış.

Birlikte biraz daha yürüyüp, otelinin önünde vedalaşarak yolumuza devam ettik. Hava bayağı soğumuştu. Üzerimizdekiler az geldi. Hızlı adımlarla kendimizi odaya attık. Saat daha dokuzu yeni geçmişti. Biraz internette gezindikten sonra, 10 gibi yatmıştık bile.


16 Temmuz 2010, Cuma / Kars

Sabah erken uyandık, 6 gibi ayaktaydık. Gözüm beni çok rahatsız ediyordu. Tekrar doktora görünmek istedim.

Kahvaltı etmek için garın önündeki kahve daha açık değildi. Pide alıp döndüğümüzde kahve de açılmıştı. Dışarıya çıkartılan bir masaya yayılan gazete kağıdı üzerine kurulu soframızda, dünden kalan kaşar peyniri, zeytin, domates, salatalık ve beraberinde bir demlik çayla kahvaltımızı yaptık. Küçük demlik 2 lira, 5 - 6 bardak çıkıyor.

8:40 gibi hastaneye yürümek üzere misafirhaneden ayrıldık. Arka sokaklardan, tren yolu kenarından, adres sorarak yönümüzü bulduk ve 1 saat sonra hastanedeydik. Hemen doktorun yanına çıkıp, yeni ilaçlar (damla ve pomat) yazdırdım.





Hava sıcak, ışık parlaktı. Bayağı rahatsız ediyordu. Bu durumda dönüşü minibüsle yapmak yerinde oldu. Müzeye yakın, Çamlıca’da indik. Yoldaki pazardan aldığımız ikişer elmayı da marketteki güler yüzlü, misafirperver Karslı genç bizim için yıkadı. Yarım saatlik bir yürüyüş yoluyla, Ardahan yolu üzerinde bulunan müzeye varmış olduk.

Kars Müzesi de ücretsiz gezilebiliyor. İki kattan oluşan müzenin giriş katı arkeoloji salonu. Bölgede bulunan Paleolitik dönem, Eski Tunç Çağı ve Urartulara ait objeler, sikkeler ve diğer eserler sergileniyor. Üst kat ise Kars ve çevresine ait etnografik eserlerle dolu. Müze bahçesinde de çeşitli koç, koyun ve atları tasvir eden taş eserler ile Selçuklu ve Osmanlılara ait yazılı kitabeler, mimari parçalar mevcut.

Müzeden çıktığımızda bir itfaiye aracının önünde insanların bidonlarla bekliyor olması merakımızı çekti. Sonradan öğrendik, şebeke yenilendiğinden 3 - 4 gündür su sıkıntısı yaşanıyormuş şehirde. Gece, istasyon içindeki çeşmeden de su taşıyan pek çok insan gördük.

Dönüşte pazar alışverişi: domates, salatalık, biber 1 liradan, bir demet nane 50 krş., karpuz 75 krş/kg, elma ve üzüm 2-2,5 TL’den. Nane ve reyhanın bu kadar bol bulunması çok şaşırttı bizi, aynı zamanda da hoşumuza gitti tabii. Kafamıza da güneş geçmesin diye, iki buçuk liradan birer Çin malı kasket; bir saat sonra dikişlerinden söküldü. Nedense hiç şaşırmadık...

Pazar hiç de ucuz değildi. Özellikle elma, armut, şeftali, üzüm fiyatları İstanbul’la yarışıyordu. Kars’a neredeyse her şey dışarıdan gelirmiş. Bu yüzden de pahalı imiş.
Pazar işini bitirip aldıklarımızı misafirhanedeki buzdolabına yerleştirdik ve sonrasında Firuzan’la beraberce yaptığımız salatayı mide yoluna gönderdik. Pek de güzel olmuştu, elimize sağlık.

Misafirhanenin gündüz memuruyla yaptığımız konuşma, bizim muhtemelen buradan çıkmamız gerektiği yönündeydi: Tren personelinin boş odaya ihtiyacı olabilirmiş. Bu durum bizi biraz tedirgin etti. Buzdolabını da yeni doldurmuştuk. Bütün bu malzemelerle nasıl taşınacaktık?

Memurla bu işin çözülemeyeceğini gördüğümden, iyisi mi şu konuyu gar müdürüyle görüşeyim. Yerinde yoktu, ben de yardımcısı Alaattin Bey’e durumu anlatıp konuya açıklık getirmesini rica ettim. Son derece nazik, yardımsever ve hoşsohbet biri olan müdür yardımcısı derhal ilgililere telefon ederek konuya ilişkin bilgi istedi. Sonuçta bizim kalmamızda bir sakınca olmadığı ortaya çıkınca rahat bir nefes aldık. Buzdolabı da boşluktan kurtuldu.

Daha sonra Firuzan’la birlikte Alaattin Bey’in yanına uğrayıp gezimizin amacını anlattık, kendisinden de yol ve çevreyle ilgili bilgiler aldık. Özellikle, Posoflu olmasından dolayı yöre hakkında bizi aydınlattı. Demiryolu işletmesinin durumu ve yaşadığı ilginç olayları dinlemek hem güldürdü hem de düşündürdü bizi. Sonraları aramıza katılan Azeri kökenli çaycı Medine Hanım da hoş şivesiyle sohbete neşe kattı: “Arpaçay’a gittiğinizde, belediye başkanına selam söyleyin benden!”. Akrabasıymış.

Sohbet tatlı tatlı uzuyordu ama hepimizin işi vardı. Belediye başkanıyla görüşmek üzere evraklarımızı yanımıza alıp, belediyenin yolunu tuttuk. Bulunduğumuz yerden 15 dakikalık yürüyüş mesafesi. Tam neresi bilemediğimizden birine sorduk. O kişi de belediye personel müdiresi çıkmasın mı! Cevahir Hanım bizi 5. kata çıkardı. Başkan Ankara’daymış, özel kalemi Orhan Bey’le görüştük biz de. Biz projemizi anlattık, o da bize çocukken nasıl bisiklete bindiğini. Anlatırken gözlerinin içi gülüyordu adeta. Kars’ta bisiklete çok binildiğini, ancak belediye olarak şu sıralar daha çok alt yapı sorunlarının çözümüyle ilgilendiklerini, önümüzdeki dönemde bisiklete ilişkin çalışmaların olması gerektiğini ve bunu arzu ettiklerini vurguladı. Bisikletin çevreye ve insan sağlığına olan katkılarının bilincindeydi. Yol bilgileri konusunda bizi Özel İdare’ye bağlı Köylere Hizmet Götürme Birliği’ne yönlendirdi. Oradan köylerle ilgili daha net bilgilere ulaşabilirmişiz. Cevahir Hanım da bize Özel İdare’den Ali Bey’le görüşmemizi önerdi. Her ikisine teşekkür ederek yanlarından ayrıldık.

Bu görüşmeden anladık ki belediye hizmetlerinin bisiklete gelmesi için daha çok erken. Kentin alt yapı ve su sorunu çok daha acil bir çözüm beklerken ve bu konuda belediye zorlanırken, bisikleti düşünmelerini umut etmemek lazım.

Asansöre bineceğimiz sırada gök gürültüsü ve şimşekler eşliğinde dışarıda ciddi şeyler gelişiyordu. Çıkış kapısına geldiğimizde müthiş bir sağanak yağmurun bizi buraya hapsettiğini anladık. Azıcık hafifler gibi yapınca belediyeden çıkıp yakındaki Turgut Reis AVM’ye girdik. Yağmur birazdan doluya dönüştü. Bir ara elektrikler kesildi. Açlığımızı bastırmak için kilosu 3,25 TL’den iki muz aldık. Yağmur hafifleyince hoplayarak, zıplayarak, su öbeklerinin üzerinden atlayarak, saçakların altından koşarak, Kristal’e kendimizi atmadan önce Özkar Peynircilik’ten kahvaltı için dil, çeçil, gravyer peyniri ve zeytin aldık. Toplam 18 lira tuttu.

Kristal’den, birer ezogelin ve sebze türlüsü, ortaya ikram iki salata + acı biber turşusu + acılı ezme ile bir burma tatlısı eşliğinde iki sade kahve ve küçük su için 22 TL ödeyerek ayrıldık.

Bankadan nakit çekip, yağmurdan kaçarak, aktardan içimizi ısıtması için yeşil çay, dut pestili alıp misafirhaneye döndük. Uzandım, başım ağrıyordu. Firuzan çıkıp sevimli demiryolları bakkalından aspirin aldı. Birer tane alıp uyuduk.


17 Temmuz 2010, Cumartesi / Kars

Sabah kahvaltısı için gene gar kıraathanesindeydik. Hava gölgede serindi, biz de güneşe çıktık.

Gözüm sıkıntı vermeye devam ediyor. Endişeliyim, ne kadar sürecek daha bu durum? Geçmesini beklemek zorundayız, bu şekilde yola çıkılmaz. Zaman zaman da içimi kaygı kaplıyor, ya uzun sürerse, ya iptal etmek durumunda kalırsak geziyi!!!

Pazardan alınan şapkaların söküklerini diktirelim istiyoruz, iyi kötü güneşten koruyor. Aksi durumda ışık çok rahatsız edici, elimle siperlik yapmak zorunda kalıyorum. Şeytan Pazarı’nda Elbeyli Bey’e gidiyoruz: Babadan tüccar terzi, 70 yaşında ve 63 yıldır bu çarşıda çalışıyor. 4 çocuğu da üniversite mezunu. Onları bu dikiş makinesiyle okuttum diye çok övünüyor. Haksız da değil. Bugün bunu yapmak mümkün mü ki? Bizim şapkalarımızı, aslından daha sağlam bir şekilde dikiyor. Ücret almıyor, tekrar teşekkürler. Çay eşliğinde biraz sohbet ediyor, doğunun ve Kars’ın durumundan konuşuyoruz. Birazdan gene yağmur yağmaya başlıyor. Dindiğinde biz de veda edip ayrılıyoruz yanından.

Kars’ı gezmeye devam ediyoruz. İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü, Defterdarlık ve Azerbaycan konsolosluk binalarının çevrelerini dolaşıyor öğretmen evinde birer sodayla (75 krş.) dinleniyoruz. Yakınındaki pazarın içinden geçip yolumuz üzerindeki Ruslardan kalma yapıların karşısında hayranlığımızı gizleyemiyoruz. Dış cepheleri büyük bir özenle süslenmiş bu binaların bolca resmini çektik. Şehrin değişik yerlerine yerleştirilmiş heykeller akla, kim bilir zamanında nasıldı burası sorusunu getiriyor. Keşke daha iyi muhafaza edilmiş olsaydılar.



 




 

 

Karnımızı doyurmak için bir kez daha Kristal’deyiz. Birer ezogelin, birer taze fasulye, bir kadayıf dolması ve sade Türk kahvesi eşliğinde her zamanki salata ve acı biber turşusu da ikram. Hatta süzme yoğurt ile acı biber ezmesi de ikram edildi. 22 TL tutuyor gene. Sanki fiks gibi oldu bu durum.

Yemek sırasında başlayan yağmurun azalmasıyla hemen saçakların altından, hoplayarak zıplayarak kendimizi 10 dk. uzaklıktaki TCDD’nin misafirhanesine atıyoruz.

Burası evimiz gibi oldu. Aslında bir şey hariç hiç fena sayılmaz: tuvalet kokusu! Havalandırma yapmamışlar, o nedenle koku ağırdı. Kapıyı kapatırsan içeri girdiğinde, kapatmazsan da odadayken nahoş haller oluyordu.

Aslında sadece bir gece kalacaktık. Ama şimdi bu göz meselesinden dolayı buradaydık ve koku yüzünden otel değiştirmekle uğraşmak istemedik. Zaten özel otellerin fiyatı daha pahalı. Durumu sineye çektik anlayacağınız.




Bugün öğretmenevinde Cumhuriyet’te okuduğumuz Oktay Ekinci’nin yazısı üzerine yolumuzun üstündeki şu inşaata bir bakalım dedik. Evet, içler acısı bir görünüm. Kentin dokusuna tamamen ters bir yapılaşma. Bunun gibi pek çok örnek var Kars’ta. Çok üzüntü verici. Sadece Kars mı, tarihi İstanbul da yağmalandı bu uğurda! Ne zaman bu konularda hassas davranan yöneticiler göreceğiz? Nereden geliyor bizdeki “eskiyi yık yenisini yap” anlayışı? Bence “görgüsüzlük”.



18 Temmuz 2010, Pazar / Kars

Sabah kahvaltısını gene gar kıraathanesinin önünde yapıyoruz. Bir demlik çay eşliğinde bakkaldan (Demiryolları Gıda Pazarı) aldığımız simit ve yanımızdaki domates, biber, peynir ve zeytinle. Bu kıraathane, geceleri oyun salonuna dönüşüyor, bu işin meraklılarıyla doluyor. Tabii acayip sigara içildiğinden duman öylesine sinmiş ki, içerisi garip kokuyor.

Bugün göz az da olsa iyileşme belirtileri gösteriyor. Gene kapalı, ama batmada azalma var. Bu da biraz umut aşılıyor. Eski garaja gidip Iğdır otobüs seferleriyle ilgili bilgi toplamaya çalışıyoruz. Girişte bizi karşılayan güler yüzlü, taksi şoförü olduğunu söyleyen Murat Bey’den oldukça yararlı şeyler öğreniyoruz. Çıldır’a kadar, hatta Ardahan dahil, yolların asfalt / toprak durumlarını haritamıza işaretliyoruz. Sonra Iğdır dönüşü için Travego otobüslerin sadece Iğdırlı Turizm’de olduğunu ve kalkış saatleri için yeni otogara gitmemiz gerektiğini hep kendisinden öğrendik. Digor konusunda bizi uyarıyor. Nedense oralarını pek güvenli bulmuyor. Çıldır ve Ardahan taraflarında hiçbir sorun olmadığını defalarca söylüyor. Yardımseverliğine teşekkür ediyor, kaleye tekrar çıkmak için garajdan ayrılıyoruz.

Kale yolu üzerinde Berk’e bir kez daha rastlıyoruz. Kısaca konuşup arkadaşlarıyla şakalaşarak, kale bahçesindeki büyük demir kapıdan nehir kenarındaki Kafkas Üniversitesi yerleşkesine iniyoruz. Binalar çok güzel, eski Rus askeri kışlasıymış. Bir zamanlar bizim ordumuz da kullanmış, sonra üniversiteye devrolmuş (1992). Etraf tertemiz ve yemyeşil. Pazar olması sebebiyle piknik yapanlar vardı. Voleybol oynayan çocukların arasından sıyrılıp Kars Çayı’nın kenarındaki banklardan birinde dinlendik. Projeyle ilgili biraz beyin fırtınası yaptıktan sonra çay üzerindeki köprüyü kullandık karşıya geçmek için. Kapıdaki güvenlikçilerle kısa sohbet edip merkeze doğru yürümeye başladık. Yağmur hafiften başladı. Biraz bekleyip tekrar yürümeyi sürdürdük.
 


 


Karnımızdan zil sesleri duyulur oldu. Ne edelim, bari Kristal’e gidelim. Saat 2 gibi lokantadaydık ve önümüzde ezogelin, kuru fasulye, az pilav ve kadayıf dolması durmaktaydı. İkramlar da işin cabası. Yemeklerin bu güzel lezzetine bu sefer de 20 lira ödedik. Garsonla yapılan sohbette Maksutçuklu olduğunu, köyünün buraya 15 km uzakta ve çok güzel olduğunu öğrenmemiz, acaba ziyaret etsek mi diye düşündürdü.

Yemek sonrası Faruk Bey ile sohbete başladık. 1 kilo gravyerin 25 litre sütten yapıldığını, Kafkas Üniversitesi Veterinerlik Fakültesi’nin fakir ailelere 15’er kaz dağıttığını yeniden başlayan yağmurun camlara vuran sesi eşliğinde dinledik.

Herkesten çok yararlı bilgiler topluyorduk. Gözüm nedeniyle bu kadar kalmasaydık muhakkak eksik bilgilerle yola çıkacaktık. Her işte bir hayır vardır sözünü unutmayarak bu günü de etrafta dolanıp, sokak aralarını gezerek, reklam panolarına takılarak geçirdik.

Kars, 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nın ardından 40 sene boyunca Rus egemenliğinde kalmıştır. Ruslar bu yıllarda şehir merkezinde başlattıkları imar çalışmalarıyla Hollandalı mühendisler getirterek yeni şehir planında birbirini dik kesen ızgara planlı geniş caddeler yapmışlar. Ancak yıllar içerisinde gelişme gösteren kentin büyümesiyle yapılan yeni caddelerde bu hususa dikkat edilmemiştir. Bu geniş caddelerin üzerine kırk yıl içerisinde Baltık mimarı tarzında düzgün kesme bazalt taşından tek-iki ve üç katlı binalar yapılmıştır. Bu tarihi binaların giriş cephelerinde sütunlar, bordur kabartma taşlarla süslenmiştir. Yine iç mekanda şömine biçiminde peç adı verilen ısıtma sistemleri vardır.


19 Temmuz 2010, Pazartesi / Kars

Sabah bir klasik haline gelen kahvaltı sonrası, gözümün artık iyileşmiş olmasının sevinciyle doktora son bir kez görünüp, yola çıkma iznini almak istiyorum. Bugün bisikletlere de binebilirdik. Ancak önce ön tekeri tamir etmek gerekirdi. Üşendiğimden ve çok yakında da bir bisikletçi gördüğümden, iterek oraya gittik. Sökülüp bakıldı ancak iç lastikte de patlak yoktu, supap da sağlamdı. Anlaşılmaz bir durum vardı. Fazla uzatmadan yedek iç lastiği takıp sorunu çözdük. Tamirci genç arkadaş çok yardımseverdi, para almak istemedi ama bir siftah bıraktık elbette. Bu dükkanı bu sene kapatacaklarmış, ama garajın oradaki dükkanları açık kalacakmış.

Bisikletlere atladığımız gibi hastanenin yolunu tuttuk. Kars’ta bisiklet binmenin zevki ve heyecanıyla vardık şehir dışındaki hastaneye. Hemen doktora çıktım. Bana bakan doktor bugün izinli olduğundan bir başkası muayene etti. İlaçları kesebileceğimi söylemesiyle çok rahatladım. Artık yola çıkabilirdik.

Hemen yarın için hazırlığa geçtik. Kars’ta son günümüzdü ve hala birkaç görüşme daha yapmak istiyorduk.

Öğlene doğru, resmi daireler tatile girmeden İl Turizm ve Kültür Müdürü Hakan Bey’i ziyaret ettik. Bisikletleri kapı girişinde görevliye emanet ettikten sonra odasına çıktık. Tanışma, proje tanıtma ve fikir alışverişi sonrası, araştırmalarımız sırasında önümüze sıkça çıkan isim Boğatepe Köyü’nden İlhan Koçulu’yla görüşmemizi salık verdi. Gravyer peyniri kendisinden sorulurmuş. Sadece peynir değil, başka pek çok alanda da faaldi.

Hakan Bey bize bölgenin son derece güvenli olduğunu, hiçbir sıkıntının bulunmadığı, hatta İstanbul’dan da güvenli durumda olduğunu net bir şekilde ifade etti. Belki giyim farklılığımızdan dolayı yadırganabileceğimizi, ne var ki bunun da normal karşılanması gerektiğini, ama bu sebepten dolayı kimsenin rahatsız edilmediğini belirtti.

Evet, dikkatimi çeken yaz olmasına rağmen kimse kısa pantolon giymiyordu. Bu nedenle herhalde şortla dolaşmam epey dikkat çekmiştir. Bir de sadece erkekler bisiklete biniyordu. Bir, belki iki kadın sürücüye rastladık. Buna da pek şaşırdık, 4x4 araç kullanıyordu biri.

İl Turizm ve Kültür Müdürlüğünden sonra Dilek Hanım’ın “Hanımeli’nden” lokantasına lezzet tatmaya, karın doyurmaya gittik. PTT müdiresiyken emekli olup, kendini bu yörenin mutfağına adamış ve lokantasını açmış. Geleneksel tatları burada tadabilirsiniz. Hem ailesiyle tanıştık hem de tatlı tatlı sohbet ettik. Kars’a 24 sene önce nasıl gelin geldiğini, lokantaya eleman bulmada zorlandığını, yöre insanının çalışmaktan nasıl kaçtığını, ancak gene de onlara evlerinde hazırlayabilecekleri siparişler vererek işe alıştırmaya çalıştığını ve pek çok şey anlattı. Özellikle Iğdır’a gittiğimizde mutlaka İranlılar Sofrası’nda domates kebabı yememizi önerdi. Firuzan her detayı not etti, bilgileri sonrasında değerlendirmemiz için.


Bu arada şunu da belirteyim, eşi Çetin Bey çok güzel akordeon çalıyor ve türkü söylüyor. Gencehan’ın konservatuvarda okumasına sanırım Çetin Bey etkili olmuştur. Tabii üniversitede öğrencisi Ezgi ve küçük Eylül’ü de unutmamalıyız.



Bu öğlen birer çorba ve biber ve patlıcan kızartmasından oluşan tabak ile şimdilik yetinip akşama hınkal için sözleştik. Hazırlanması zaman ve emek istediğinden rahat rahat yapılsın önerisinde bulununca kendisine hak verdik. Dilek Hanım’la konuşurken, durumu olmayan yaşlı bir adamı yemek yesin diye içeri buyur ettiler. Bu karşılıksız yemek davetleri duygulandırdı bizi. Yediklerimize 19 lira ödeyip, biz de yeni garaja doğru pedal bastık.

 




Ama öncesinde yol için peynir, zeytin gibi şeyler almak üzere eski garajın yakınındaki Ariş 2000 ticarethanesine uğradık. Kars gravyeri, eski kaşar ve çeçili mutlaka tatmalısınız. Hele bir de tuluma bastırılıp eskimeye bırakılmış bir çeşit çeçil var ki, hafif küflü, tadına doyamazsınız.

Yeni garaj şehrin oldukça dışında, Ardahan yolu üzerinde. Ama bisikletlerle kolay oldu. Iğdırlı Turizm’e uğrayıp, otobüsün 10’da Iğdır’dan kalktığı, 15 liraya geldiği ve 2 saat sürdüğü bilgisini alıp, tren garına geri döndük. Bisikletleri bırakıp odaya girdiğimize hava dönmeye başladı. Sonra öyle bir sağanak indirdi ki sormayın. Gök karardı ve bardaktan boşanırcasına yağdı. İyi ki odadaydık. Camdan istasyonun arka tarafındaki silolara bakarak seyrettik. Ardından hiçbir şey olmamış gibi güneş açtı, ortalık pırıl pırıl oldu gene.

Gar müdür yardımcısı Alaattin Bey’e uğrayıp dönüş tarihini bildirmek ve yer ayırtmak için kendisinden yardım rica ettik. Yaklaşık 10 Ağustos gibi bir tarih öngörüyorduk. Dönüş biletlerimizi kendisine bırakıp, tarih netleştiğinde telefonlaşırız şeklinde karara bağladık. En kolayı böyle olacaktı. Çünkü turun nasıl, ne zaman sonlanacağını şimdiden kestirmek olanaksızdı. Alaattin Bey’e de buradan bize gösterdiği yakın ilgiye tekrar teşekkür ederiz.


 
 



 

Merkeze, eksikliklerimizi tamamlamak için alışverişe gittik. Biraz pestil ve cevizli sucuk, domates, biber, hıyar ve elma aldık. Sonra bankadan nakit çektik, çünkü Ardahan’a kadar İş Bankası yoktu. Ama buralarda Ziraat Bankası her yerde. Parayı orada tutmalı böyle gezilerde veya komisyon ödeyip Ziraat’tan çekmeli. Bilemiyorum, her banka kartı çalışıyor mu?

Şehirdeki tek bir benzincide bile sağlıklı çalışan bir hava pompası bulamadım. Hiçbirinin saati doğru göstermiyordu. Elinle yoklayarak da ne bastığını bilmemek beni rahatsız eder. 65 psi havayı lastiklerimde istiyorum, bu böyle biline!

Belediye yolu üzerinde iki bisiklet tamircisi var, Gencahan ve Görkem. Sokak içinde, dükkânları karşı karşıya. Gerekirse diye adreslerini veriyorum.


Akşam yemeği için Hanımeli’nden Lokantası’na gitmeden, Kars’ta tanıştığımız insanlara veda etmek istedik. 5 gündür buradaydık ve pek çok kişiyle selamlaşır olmuştuk. Çoğu hikayemizi biliyordu ve merakla “Gözün nasıl oldu, ne zaman yola çıkıyorsunuz?” diye soruyordu.

Hınkal, içinde et olmayan bir çeşit mantı, hengel de deniliyor. Dilek Hanım bize ortaya koca bir tepsi hazırlamış. Üzerine sarmısaklı yoğurt ve yağ gezdirmiş. Bunu nasıl bitiririz diye düşünmemize fırsat kalmadan temizlemiştik bile. Çok lezzetli. Bu yemek kadınların evde malzeme olmadığında un ve su ile yapabilecekleri doyurucu bir yemekmiş. Ben daha önce bir başka çeşidini, gene Dağıstan göçmenlerinin bir köyü olan Yalova’ya yakın Güneyköy’de yemiştim. Onlar içine sebze veya peynir de koyuyorlardı.

Yemeğimiz karşılığı 12 lira ödeyip, kendileriyle vedalaşarak, dönüşümüzde haşıl yemek için geleceğimizi söyleyip ayrıldık.

Yol üzerinde, sokaktan eğlence sesleri geliyordu. Merak ettik, neydi sebebi. Vardığımızda bir nişan kutlaması olduğu belli oldu. Biraz seyrederek oyalandık yanlarında. Ne güzel eğleniyorlardı, kadınlı erkekli. Kafkas dansları yapıyorlardı. Videoya bakınca anlayacaksınız ne demek istediğimi.

Misafirhanenin altındaki berber halen çalışıyordu. İçerisi çok renkli. Zaman içerisinde biriken pek çok şey raflarda ve duvarlarda yerini almış. Daimi müzik çalıyordu. Resmini almadan geçemedim. Bir de tıraşını olsaydım keşke.

Bu tarz dekorlar kuran bir fotografçı var: Les Krims. Fotografçılığımın ilk yıllarında dikkatimi çekmişti. Bir yığın detay vardı resimlerinde.

Sabah erken çıkmak istiyorduk; eşyalarımızı toparlayıp yataklara çekildik.

Bu arada sizler Kars hakkında daha fazla bilgi isterseniz İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü’nün sitesine veya Gezi Rehberi’ne bakın.

Gezinin devamı: Kars-Akyaka-Arpaçay