8 Nisan 2015

Karaburun – Yeşil Efe

Hafta sonları günübirlik İstanbul çevresinde dönüp duruyoruz. Baharla birlikte cumartesi+pazar 2 günlük çadırlı turlara başlamak için yağmurun dinmesini bekledik durduk.

2 yıl geçti, Karaburun’a gene 2 günlük bir tur yapmıştık (bkz. Karaburun-Sarı Zeybek). Bakalım o günden bugüne neler değişti bu yolda?

Rotayı belirledik. Gidiş, Beşiktaş’tan sahilden Çayırbaşı-Kemerburgaz-İhsaniye üzerinden Tayakadın-Durusu-Yeniköy ve Karaburun olacak. Dönüşü de Arnavutköy-Bolluca-Işıklar-Kemerburgaz ve Kağıthane’den tünele girip Dolmabahçe-Beşiktaş. Böyle bir daire, yaklaşık 2x75 km’lik bir tur.

Kış boyunca gecelemeli çıkmadığımızdan eşyaları tekrar elden geçirmek, durumlarını kontrol etmek, 2 gün de olsa bir ön hazırlık gerektirdi. Neyse ki sezonu kapatırken doğru dürüst paketler yerleştirirsen tekrar açtığında işler o denli kolay oluyor. Zaten tur için gerekenler listesini yıllar önce hazırlamıştık.

4 Nisan Cumartesi sabahı 8.15, Haldun’la birlikte Kadıköy’den Beşiktaş’a geçiyoruz. Gemi fazla kalabalık değil. Sabah çayında Haldun’la biraz bisikletçi dedikoduları. Çanakkale Bisiklet Turu, katılacaktı, neden katılmadığını anlatıyor. Her şeyimizde olduğu gibi bisiklet alanı da türlü parazitlere karşı savunmasız. Meğerse burada da, bu tur için de neler yazılmış çizilmiş internet ortamında, hayret edilesi. Formaları eleştirenler, VMS söylemleri, ticari beklenti peşinde olanlar, kalabalığın sıkıntısı... pek çok neden uzak durmaya yetiyor.

Beşiktaş’tan Serhan’ı da alıp 9 gibi basıyoruz pedallara. Yeniköy’den Gültekin&Gülcan da katılınca 6 kişi yüklü bisikletlerimizle, şimdilik düz olan yolda ilerlemekteyiz. Saatler 9.30’u göstermekte.

Sabah vapurdan çıkarken bir bey, sırtında gitarı “Mustafa Dorsay mısınız?” diye sorarak yanaştı. Gitarı dikkatimi çekmişti. Sapı yüksekteydi ve tavana çarpacak endişesi uyandırmıştı bende. “Evet” dedim ve tanıştık. Osman Cem Gençtürk, bisikletçi, Gölcük’te bahriye subayı, blog takipçisi. Özellikle Fikret Albay röportajı diyor. Bir kısa e-posta yazışmamız olmuştu. Ayak üstü sohbet ediyoruz, keyifli bir insan. Müzikle uğraşıyor yanı sıra. Konsere gelmişler. Otuzbeşlik, grubun adı. Feyz sayfaları da var, 35lik. Çok hoşuma gitti bu tesadüf. Yollar bir şekilde kesişiyor, doğru insanlarla.

13.00, Kemerburgaz’ı terk ediyoruz. Çayırbaşı kahvaltı noktasından ayrılalı 2 saat olmuş. Bahçeköy rampasını zorlanmadan çıktık. Arboretum’a saptığımızda solumuzdaki minibüsün önündeki arabaya çarpıp orta kaldırıma çıkması görmeye değerdi. Çarpışan otomobiller gibi, pat-küt sesler ve olay oluverdi. Kemerburgaz yolunda 2 damperli, özellikle öndeki haince herkesi yoldan itti. Hem de aynadan olayı seyrederek. O telaşta plakasını alamadık. Trafiğe bildirecektik. Pislik demek iltifat olur, aşağılık adam.

Alt yoldan gitmeye karar veriyoruz. Baştan otoyolu düşünmüştüm gidiş için, alttan da dönüşü. Ama daha sakin eski yol. Önce Işıklar köyüne geliyoruz. Burada suratsız bir kahveci var. Ne yapsan adamı güldüremiyorsun. Diğerinden ne kadar da farklı. Ötekisi lokum, sevimli, hayvan sever.

Yalnız damperliler alt yolu da tutmuşlar. Peş peşe geçtiler, iki yönde. Tozu toprağı kaldırarak. Burada da inşaat durumları var. Bağlantı yollarının taşıyıcıları yapılmakta.

İhsaniye’yi geride bıraktık. Halen eski yoldan devam ediyoruz pedallamaya. O ne, ileride yol kapatılmış. Molozu yola döküp önüne 2 de beton blok dikilmiş. Kimse giremesin diye. Gültekin kenarından geçiliyor diyor. Bize koymaz. Engeli aşıp devam ediyoruz.

Eski yol bitti, mecburen otoyola çıktık. Ama öyle bir yerden çıktık ki ters gitmek durumundayız. Karşıya geçemiyoruz, ortası bariyerle ayrılmış bu yolun. Yani geliş gidiş ayrı.

Gelen ilk kavşaktan doğru şeride ancak geçebildik. Şimdi gürültülü bir trafiğin içindeyiz. Saat de 3 olmuş. Bu yola çıkmadan önce eski yolda damperlilerin arasında kaldık. Sanki tren vagonları, hepsi peş peşe dizilmiş, sıradalar. Biriyle sohbet ettik, birbirimizi beklerken. Nasıl para kazanıyorlardı? Hep merak etmişimdir. Olay şöyleymiş: her sefer sonrası 68 litre mazot alıyorlarmış. Bunun 32 litresi harcanıyor 36 litresi kendilerine kalıyormuş. Kalan mazotu şirketin tankına boşaltıp parasını alıyorlarmış. Dedi ki şoför, 1 depoyla 3 sefer yapıyorum. Yani 2 depo kendime kalıyor. Normal mesaide 550 lira kazanıyormuş. Gece de çalışsa 800 lirayı buluyormuş günde. Peki bu araba kaç para? Mercedes tam otomatik kamyon 350 bin lira, 65 bin de kasasıymış. Anlaşıldı, hızla gidip molozu almak, boşaltmak ve dönmek için yarışıyorlar. Yolda önüne çıkanla eğlenerek (aynadan dikiz). Kimse bu aracın önüne çıkamaz. O ses, o cüsse, ürkütücü!

Bu bölge facia olmuş. Havaalanı-3. Köprü darmadağın etmiş ortalığı. Kamyondan geçilmiyor. Biri geldi öbürü gitti. Otoyolu da halen tamamlayamamışlar. Bir yer var ki sittin senedir çalışıyorlar. Devamlı kayıyor yol. Su geçiyor herhalde altından. Başka bir bölümde servis yolu açmışlar, daracık. Nereden gideceğimizi şaşırdık. Herifler vız vız geçmekte, sanki tabakhaneye mal yetiştiriyorlar.

Off be nihayet otoyoldan ayrılabiliyoruz. Sağdan eski yola giriyoruz. Kullanılmadığından eskimeye başlamış. Asfalt yer yer dalgalanmış, kopmuş. Ama olsun, hiç olmazsa trafik yok. Tayakadın’a gidiyor bu yol. Önceki gelişlerimizde geçmiştik. Bu bölgede halen manda görebilirsiniz. Biz de bir sürünün içinde öyle bir kalıyoruz ki. Hayvanlar muhteşem ama, o boynuzlar ve gövde, güç sembolü. Dikkatlice bizi izliyorlar.

Etraf çok değişmiş. Şantiye binaları falan, telle çevrilmiş bölgeler. Bir yığın yol açmışlar kendilerine, servis için. Her yerde damperliler gözükmekte. Bu adamlar resmen oradan oraya toprak devşiriyorlar. Bir yeri kazıyor diğer yeri dolduruyorlar.

Karmakarışık olmuş buraları. Tayakadın yolunu soruyoruz.” Sağdan, tellerin dışından gidin yola bağlanırsınız”. İterek çakıl taşlarının üzerinden velespitleri ilerletiyoruz. Nereye, nasıl, niçin, neden... sorularını sorarak, çamurların içinden/üzerinden atlatarak/sırtlayarak el ele vererek bu işgali geçiyoruz. Ayakkabılar da, tekerler de, bisikletler de nasibini alıyor.

Etraf ne de güzel. Buraları ne de güzeldi. Şimdi bu havaalanı-köprü uğruna buralardan vaz geçtiler. 10 sene sonra burada ot bitmeyecek. Uçakların arabaların egzozları zehir saça saça doğayı katledecekler. Kuşlar göç etmeyecek, sular kirlenecek, tabiat ölecek. AKP iktidarı kalmayacak ama tahribatlarıyla hatırlanacak. Ülkeye verdikleri zarar, her yönüyle; siyasi, coğrafi, ekonomik... Bize, çocuklarımıza ve torunlarımıza faturası çıkacak. İktidar uğruna nasıl da değerlerden vaz geçiliyor.

Bisiklet sürerken grupla bile olsan zaman zaman kendinle kalıyorsun. Düşünceler, hayaller, özeleştiriler, okudukların, yaşadıkların... her şey kafanda dolanıp duruyor. Meditasyon yapmak için iyi bir fırsat çıkıyor.

Nereden geldi şimdi aklıma? Fındık kelimesi dilimize Yunancadan girmiş.

Fındık: Φουντούκι (Fundûkia). Pondus (Ποντος-Güzel Deniz) kelimesinden türemiş olup, Pondus’tan gelen anlamını taşır. Pondus, Yunan mitolojisinde Gaia (Gaya, Gea)’nın yani ‘Yeryüzü’nün (toprağın) çocuklarından biri olup, ‘güzel deniz’ anlamına gelmektedir. Eski Yunanlar fındığa Pondus Cevizi anlamına gelen ‘Καρύδι Ποντιακα’ (Karîdi Pondiaka) derlerdi. Yine Yunanca ‘Ποντικι’ (Po-n-diki) kelimesi fâre anlamına gelmekte olup, ‘Pondus’tan gelenle birlikte’ anlamındadır, çünkü Trabzon limanından yüklenen fındıkların arasına karışan fareler de fındıklarla birlikte Yunan limanlarına ulaşıyorlardı. Türkçe'de fındık fâresi olarak bilinen küçük bir fare türünün ismi de buradan mülhemdir. (Kaynak oocities)

Tayakadın’a girmeden sağdan Yeniköy levhasını takiple sürüyoruz. İniş var önümüzde. Vakti zamanında buradan Fikret Albay’la inmiştik. Yolun evsafı bozuktu, sinirlenmişti albay. Pek fazla değişiklik olmamış geçen zamanda.

Yol boyunca acayip ağaç kesimi gördük. Her tarafı budamışlar. İnsanın içi kalkıyor. Sormamak mümkün değil. Bunlar kaçak mı? Fırsatı bilen ağaç mı kesiyor? Kocaman gövdenin elektrikli testere karşısında direnemeyip boyun eğmesi-yıkılması içler acısı bir manzara. Yaşam ne de kıymetli. Sanki her şey insanınmış düşüncesi terk edileli çok zaman geçti sanırsınız ama burada değil. Kesiyorlar, her şeyi!

Durusu kavşağında köşede köylü tezgahını açmış, peynir, yumurta, tereyağı, bal... Kahvaltılık peynir alıyoruz. Biraz da sohbet. Ne olacak haliniz bu iş bitince? Yok olacağız diyorlar. Havaalanı burasını bitirir, kimse gelmez, köy kalmaz!!! Bir araştırma raporunda 3. Havalimanı işletmesinden kaynaklanacak kurşun bakır ve çinko gibi kirleticiler Terkos Gölü’nü ağır metallerle kirlenmiş bir göl haline getirecektir denilmekte.

Gelmeden Veysel Bey’i aramaya çalışmıştım, Meşhur Terkoz Köftecisi, Fikret Albayın dostu. Şimdi fark ettim ki yanlış numarayı çeviriyormuşum. Başına 0216 koymuşum, burası 212 değil mi ki? Öğlen geliriz demek istemiştim ama akşama vardık ancak, 4 buçukta. 68 km tutmuş burası Beşiktaş’tan.

17.10, Durusu’dan ayrılıyoruz. Veysel Bey’de piyaz çok lezzetli (3 lira tabağı), Köfte de öyleymiş, denildiğine göre. Haldun ve Serhan kahvede yolluklarıyla doydular. G&G köfteye takıldılar, biz de piyazı seçtik. Çaylar falan derken zaman Veysel Bey’in sohbetiyle renklendi. Sularımızı da çıkışta doldurduktan sonra güzel bir coğrafyada inişli çıkışlı bir yolda ilerlemekteyiz.

Yeniköy’ü geride bırakmış sahil yolundayız. Köye çıktık ama sonrasında müthiş keyifli bir inişle indik buraya. Bayılıyorum inişlere. Rüzgar yüzüne çarpıyor, yoldaki delikleri marifetle geçiyorsun. Manzara müthiş, deniz önünde... Önceki gelişimizde Sarkis ve Murat burada karınlarını doyurmuş, Hasan kumlara uzanmıştı. Mekan zamanın tanığı. Hatıraları canlandırıyor.

6 demiştim, doğru bilmişim. 10 dakika gecikmeyle Karaburun’dayız (79 km). Çok güzel burası. Kamp yerimiz solda. Kısa bir etraf turu. Haldun’a sabahki rampayı göstermece. Gözünü korkutayım istiyorum. Etkilemiyor. Hatta karşı kart açıyor. Serhan’ı da arkama alır çıkarım diyor. Maşallah, sabah göreceğiz.

Yatmadan önce anlatayım. Çadırlar kuruldu. Sami Bey eksik olmasın tek tek ilgilendi. Uygun yer gösterdi, oda seçimini bize bıraktı. Sonrasında lokantada demlenmeye geçtik. Mezeler, yemekler, efeler vs diye diye gülerek, ekmek kızartarak, Sami Bey’in Kırım diskurunu dinleyerek, Haldun’un fotolarını çekerek ... Gece neşe ve keyif içinde geçti.















Kampla iletişime geçmek için: Sami Eti 0532-6727742 Dostlar Liman Kampı, Çadır 10-TL, Oda 40-TL.

Uyumadan önce bir bilmece size: Adını, Yunan mitolojisinde kahramanların öldükten sonra gideceği hayali bir cennetten alan ünlü yer hangisidir?

a) Concorde b) Kremlin c) Şanzelize d) La Rambla


İyi uykular.


2. gün (5 Nisan Pazar) – 7 buçuk çadırdan çıkma saati. Gece soğuktu. Uzun don almamış olmanın sıkıntısı. Sırtım üşüdü, onu polar kazakla hallettim. Ama bacakları kurtaramadık. Yani uzun don şart bu mevsimde. Firu’dan şikayet yok. Bu iyi. Hiç olmazsa birimiz rahatız.

Yan çadır hareketlenmiş. G&G uyanmış. Fısıl fısıl konuşmalar duyuluyor. Serhan-Haldun da ayaklanmış. Kalkma zamanı. Öff daha yeni uyudum. Ama çaresiz.

WC vs ihtiyaçları, her şeyin toplanması ve hareket saati (8.20).

Karaburun köy kahvesindeyiz, Asma Altı Cafe. Yandaki fırından ekmek, poğaça, simit gibi malzemeler, domates, biber, hıyar gibi eklemelerle yapılan kahvaltı sofrasındayız. Rampa hepimizi zorlasa da kimse taviz vermedi karizmasından. Haldun Serhan’ı taşımasa da herkes tırmandı.

Tüm zorluğuna karşın tura katılan Gülcan bize neşe katıyor ve varlığından mutluluk duyuyoruz. Her ne kadar grubu yavaşlatıyorum diye kaygılansa da, bu kabul edilir ve hoş görülür bir durum. Her gezimizde seni görmek istiyoruz.

Çaylar burada da 75 olmuş. Yani İstanbul’la aynı fiyatı çekiyorlar. Yerlisi için çok. Hadi biz şehirden geliyoruz 1 lira da veriyoruz yerinde.

9.30, Karaburun’u geride bırakmaya başladık. Önümüzde bu bölgenin en güzel yolu var, göl kenarından seyreden. Hava şahane, güneş tepede. Yol bir inişle kıvrıla kıvrıla gidiyor. Pazar sabahı fazla trafik de yok. Keşke her yer böyle olsa. Bisikletin keyfi çıkıyor. Rüzgar yüzünüzü yalıyor. Pedal çevirmeden gölün kenarına geldik.














Hasan telefon etmiş, Tayakadın’da bekliyormuş diyor Haldun. Harika. Ne zaman çıktı da geldi oraya, bravo.

Osmanlı döneminde Terkos Gölü’nün, İstanbul’un su ihtiyacını karşılaması sırasında sık sık problemlerle karşılaşılmıştır. Bulanık ve ağır kokusu bulunan ve halk arasında bağırsak iltihabına neden olan Terkos suyu bentlerinin bakım, onarım ve temizlikleri yapılarak suyolları demir borularla değiştirilmiş ve sorun aşılmaya çalışılmıştır. Ayrıca Mekteb-i Tıbbiyece yapılan tahlil sonucunda Terkos suyunda bulaşıcı ve mikrobik hastalıklar olduğu tespit edilmiş ve süzülüp kaynatılmadan içilmemesi ve kullanılmaması yönünde halk bilgilendirilmiştir. Bu tedbirlere ek olarak Terkos suyuna yabancı maddelerin girmesini engellemek için Çatalca’dan askeri birlik görevlendirilmiştir.

İstanbul'un çekmekte olduğu su sıkıntısının başlıca sebebi suyollarının bozukluğundan kaynaklandığından, bunların bakım ve onarımlarının yapılmadığı sürece bentlerin yükseltilerek suların artırılmasının, beklenen faydayı sağlayamayacağına kanaat getirilerek terfi ve pompa istasyonu kurulmaya karar verilmiştir. Suyolu yapmak için gerekli alet ve edevatın nakliyatını kolaylaştırmak üzere Terkos-Karaburun arasında bir tramvay hattı ile Karaburun'da bir set ve iskele inşa edilmesi, İstanbul’un su sorununun Terkos suyuyla çözülmesinde ne denli çaba sarf edildiğinin göstergesidir.

İstanbul’un su ihtiyacını karşılamak amacıyla, Terkos Gölü kıyısına 1855-1857 yılları arasında bir terfi merkezi ve pompa istasyonu kurulmuş; temin edilen su Terkos Su Kumpanyası tarafından arıtılarak şehre verilmeye başlanmıştır. Söz konusu tesisler İstanbul Su ve Kanalizasyon İdaresi tarafından “Su Müzesi”ne dönüştürülmektedir. (Kaynak ArnavutköyKaymakamlığı)

Ama müze halen açılamadı!










Saat da 10 olmuş bile. Durusu’dan peynir almadan geçip 3 km’lik rampayı tırmanıyoruz. Bayıltıcı değil. Sadece karşı rüzgar var. Sağda bir çeşme olmalı, Fahri’nin çeşmesi. Bir gelişimizde, yazın, kana kana soğuk sudan içmiş sonra yolda fenalaşmıştı. Herhalde çarptı soğuğu. O çeşme kurumuş. Gültekin de hevesle ona doğru bastı ama hayal kırıklığı.

Hasan’la Tayakadın’da buluşup biraz da kahvede dinlendikten sonra 7’li olarak Arnavutköy yönüne döndük. Karşı rüzgar sürmekte. Bu da tabii biraz hız kesiyor, kulakları üşütüyor. Kafa bandımı çıkartmadım. Eldivenler de tam boy halen. Yanıma kesikleri almıştım ama kullanmıyorum.

Arnavutköy garip bir yer. Bunu Gültekin de söylüyor. Asayiş yokmuş hissini veriyor. Görüntüsü de çirkin. 4 minareli bir garip cami dikmişler. Mimari açıdan bir ucube. Osmanlı elindeki malzemeyle ortaya koyduğu formu bugün betonla taklit edip orantı gözetmeksizin diktiğin yapı için harcadığın paraya yazık. Burası ilçe olmuş. Civardaki her yer buraya bağlanıp belde konumuna sokulmuş. Öyle bir göç aldı ki, her çeşit insan geldi. 60 binden 215 bine çıkmış nüfus.

Arnavutköy’ü geride bırakıp uzunca bir yokuştan inip İmrahor’a, oradan da Bolluca’ya geldik (12.00). Buraya kadar 26 km tutmuş yol. Dinlenmek ve biraz da mideleri doyurmak üzere parkın içindeki kahveye yerleşiyoruz. Güneşli güzel bir hava var. Üstümüzdekiler fazla gelmeye bile başladı. Sohbet tatlı. Kuruyemişler masada. Kahve yeni sezon açmış. Fazla seçenek yok. Sodanın son şişesi Haldun’a. WC’nin durumu pek parlak değil. Böyle bırakırlarsa ayıp ederler.

Bolluca’dan İhsaniye’ye gitmek istiyoruz (12.45). Önce bir hafif çıkış, sonra ise cehennem. Damperlerin istilası. 40 tonluk devler yanımızdan gümbür gümbür geçmekteler. Yolun içine etmişler. Asfalt çatlamış, eğrilmiş bükülmüş bu yükün altında. Nereden gideceğini bilemiyorsun. Bu yetmiyormuş gibi bir de kaldırdıkları toz. Soluduğumuz temiz havayı bitirdiler.

Savaş alanını geride bırakmış, istiladan kurtulmuş olmanın verdiği kısmi rahatlama ile İhsaniye üzerinden Göktürk’e doğru yol almaktayız. Dün geldiğimiz eski yol. Ne var ki damperli olmayan yol kalmadığından burada da huzur yok.

Kemerburgaz Kahve Dünyası son mola noktamız. Güzel bir kahve ve beraberinde çikolata ve tatlılar hepimizi sevindiriyor. Elde kalan son ekmek ve peyniri de mideye indirdikten sonra Kağıthane’ye doğru hareket ediyoruz (15.45).

Tünele girmeden Hasan ayrılıyor. Biz de geride bıraktığımız gürültülü trafikten ayrılıp 4 km’lik tünel yolculuğuna çıkıyoruz. Bu iyi bir kısaltma oldu. 2 yol ayırımı var, dikkatlice geçilmesi gerek. Kopmayıp topluca bu 2 noktayı aşıp kendimizi Dolmabahçe’de buluverdik.

Gültekin&Gülcan İstinye’ye devam, Serhan Beşiktaş’ta kalıyor zaten, biz de Haldun’la Kadıköy yapıp orada ayrılıyoruz.

Sonlandırmadan önce bilmecenin cevabı: Şanzelize (Kaynak habere)

Haydoy’a yapılan katkılar için tekrar teşekkürler.


Karaburun Rota















Gidiş: Beşiktaş-Çayırbaşı-Kemerburgaz-Göktürk-İhsaniye-Tayakadın-Durusu-Yeniköy-Karaburun

Tur tarihi: 4 Nisan 2015
Kat edilen mesafe: 73,41 km.
Ortalama hız: 11,2 km/sa.
Bisiklete biniş süresi 6 sa. 33 dk., dışarıda geçen süre 9 sa. 32 dk. 
En yüksek sıcaklık 22 ˚C, en düşük 10 ˚C, ortalama 14,2 ˚C
İrtifa kazancı (çıkış) 1141 m, kaybı (iniş) 1135 m.

Garmin yol bilgileri Karaburun gidiş















Dönüş: Karaburun-Durusu-Tayakadın-Arnavutköy-Bolluca-İhsaniye-Kemerburgaz-Cendere-Kağıthane-(tünel) Dolmabahçe-Beşiktaş

Tur tarihi: 5 Nisan 2015
Kat edilen mesafe: 74,81 km.
Ortalama hız: 11,0 km/sa.
Bisiklete biniş süresi 6 sa. 48 dk., dışarıda geçen süre 9 sa. 55 dk. 
En yüksek sıcaklık 22 ˚C, en düşük 8 ˚C, ortalama 16,4 ˚C
İrtifa kazancı (çıkış) 714 m, kaybı (iniş) 695 m.

Garmin yol bilgileri Karaburun dönüş

Tur bilgisi: Yol, genelde çok sert çıkışlar yok. Gidişte Cayırbaşı’ndan Bahçeköy’e ve Kemerburgaz arası bazı tırmanışlar var. Tayakadın’a kadar oldukça düz yol. Durusu Yeniköy arası biraz tırmanılıyor. Dönüşte Karaburun sahilden köye iyi bir tırmanış var. Durusu’dan Tayakadın’a bir tırmanış, ancak zorlamayan. Bolluca’dan İhsaniye’ye bir tırmanış var, zorlamayan.

Yolun neredeyse her yerinde damperli kamyon trafiği fazlasıyla var. Yol bazı yerlerde ciddi bozuluyor. Toprak-çakıl-kum oluyor, hatta bir iki bölgede iterek gitmek gerekiyor.

Karaburun’da konaklama imkanı ve lokanta var. Durusu’da lokanta var. Yol boyunca çayevi var.

Terkos Gölü etrafı çok güzel tabiat manzaralarıyla dolu. Ancak kamyon trafiği bu bölgenin tadını fena kaçırmış.

1. gün










































































2. gün

























































Foto katkıları için Haldun ve Gültekin’e teşekkürler.



Tura ilişkin düşünceler:


H. A. Serhan Kumbasar

Hava yağışlı olmadığında her Pazar günü katıldığım bir bisiklet turu var. Mustafa Dorsay ve Firuzan Özoğul birlikteliğinden doğan bir tur. Bu turlar sayesinde İstanbul ve çevresinde daha önce görmediğim yığınla yeri ziyaret etme olanağı buldum.

Karşılıklı hoşgörü ve uyum içinde gerçekleşen bu turlar nedeniyle yeni arkadaşlarla tanışmış oldum.

Son günlerde azıtan inşaat çalışmalarının her gittiğimiz yerde karşımıza devasa kamyonlar olarak karşımıza çıkması bile beni ve diğer arkadaşları yıldırmıyor… Ürkütücü kamyonların arasında dolaşırken yavaş yavaş onlara alışmaya bile başladım. Şoförlerden ise uygar bir davranış biçimi olan bisikletliye saygıyı beklemiyorum… Ama sanki (hepsi değil tabii…) şoförler de bize alışmaya başladılar gibi… Ya da yolda sıkça karşılarına çıkan bu acayip adamlardan bıkkınlıkla getirseler de sinirlenseler de şöyle düşünmüş olabilirler: Yahu bunlardan kurtuluş yok… Her daim yollarda bunlar.. Yapacak bir şey yok…

Bu son turumuzda Mustafa’nın bir kamyon şoföründen aldığı bilgiler ise bizi hem şaşırttı hem de bazı hayaller kurmamıza neden oldu… Sanıyorum hepimiz bir kamyon ehliyeti alma düşü kurdu… Çünkü adamların kazançları çok iyi idi…

İnşaat çalışmaları nedeniyle kamyonlar ile olan birlikteliğimizde sonra bir önemli konu da yolların durumu… Aslında onlar yol yapıyorlar ama halen yapılmış bir yol olmadığından eldeki yollar da bozulmuş durumda… Bu yüzden karşımıza sıkça çıkan durum şu: Son geçtiğimizde buradan geçmiştik… ama acaba şimdi nereden geçmemiz lazım..?

Bu durumda belki de yeni bir spor türü icat etmiş olabiliriz: Elde bisikletlerle kayadan kayaya sekme yarışması.

Çeşitli dallarda düzenlenebilir. Yürüme.. koşma… Bisikleti olmayanlar için elde ağırlıklarla… vs…

Bütün bu olumsuz koşullara rağmen gidilen hedefe vardığımızda her şey unutuluyor ve içimizi bir mutluluk kaplıyor. Bir şeyleri başarmış olmanın gizli gururu ile… 

Hep içimizden bize şunların söylenmesini istiyoruz: Vallahi bravo… Bu yaşta… Hiç göstermiyorsun… 

Yaşasın bize… Teşekkürler Firuzan ve Mustafa.



Haldun Güçlü

Yaklaşık 3 senedir bisiklet grupları ile az veya çok turlara katıldım. Bütün samimiyetimle söyleyebilirim ki sizlerin arasında yaşadığım huzur hiç bir grupta yok, her pazar büyük bir heyecanla turlara katılıyorum. 04/05 Nisan 2015 tarihinde çok keyifli bir Karaburun turunu gerçekleştirdik, akşam masa etrafındaki sohbette uzun zamandır gülmediğim kadar güldüm.

Bu turumuz o kadar neşeli geçti ki yazmakla bitmez. Karaburun'a yaklaştığımızda ertesi sabah dönüş saatini konuşuyorduk arkadaşlar Karaburun’dan çıkışta dik bir rampa olduğundan kahvaltı etmeden aç karnına o rampayı çıkmamızı rampadan sonra kahvaltı etmemizi önerdiler. Ben rampayı merak ettiğimden Karaburun’da kamp yapacağımız yere girmeden rampayı görmeye gittik, ben rampaya baktım "sözünü ettiğiniz rampa bu mu, ben bu rampayı arkama Serhan Kumbasar abimizi alır öyle çıkarım "dedim, akşam yemeğinde arkadaşlar rampayı Serhan abiyle nasıl çıkacağımdan çok Serhan abiyi arkama nasıl alacağımı tartışarak geçirdiler.

Sabah oldu rampaya vurduk çık çık çıktıkça dikleşiyor rampayı bitirenler yukarda merakla beni izliyor. Ben de "Bas bırakma "diye diye rampayı bitirdim, tabii tek başıma arkamda Seran abi filan yoktu. Arkadaşlar haklı olarak benim o rampada zorlanacağımı, belki de ineceğimi düşünüyorlardı ama tek bir konuda yanıldılar, Haldun GÜÇLÜ'nün aç karnına, yemek rampadan sonra deyip de çıkamayacağı rampa yoktur.



Gültekin Becermiş

Benim için,

-  Kemal Sunal’ın hemşerilerince işletilen tuvaletlere kimse girmesin diye öyle olmadığı halde arızalı yazmaları ve ekibin bir kısmının cami tuvaletine gitmesi. Alafranga tuvalette rezervuar tesisatının olması gereken yerde, elektrik tesisatının olması, (galiba fön makinesi içindi) (Kemal Sunal’ın hemşerilerine yakıştı).
-  Zengin yol arkadaşlarımızın biz çadır kurar ve sökerken, göbeklerini kaşıyarak bizi boş boş izlemeleri (yardım çabalarına minnettarım :-D).
-  Restaurant’ta Serhan’ın sohbeti yaklaşık 1 saat Mr. Hoover Craft üzerine meşgul etmesi.
-  Damperli kamyon şoförlerinin günlük 600 TL kazandıklarını söylemeleri,
-  Serhan ve Haldun, iki kankanın yakın beden ölçüleri ve aynı Decathlon pantolonları ile, kankalık işini görsel boyuta da taşımaları,
Komik.

-  Belgrad ormanındaki ikinci kamyon şoförünün tacizi,
-  Çayırbaşı’nda çaya zam gelmesi, İhsaniye’deki kahvecinin hemen hemen on seferdir şekere para vermesek esprisini öğrenememesi ve suratsızlığa devam etmesi,
-  Giderken yan yoldan çıkıp ters yönden ana yola girmemiz,
-  Karınca gibi her tarafı kamyonların sarması, bölgedeki doğal yaşamın yok olması,
Sinir bozucu.

-  Hasan’ın kalkıp rahatsızken oraya kadar bizim için gelmesi,
-  Karaburun’daki sıcak ekmekli sabah kahvaltısı,
-  Soğuk bir havada hanımla sıcak bir çadırı, 13 yıl sonra ile ilk defa paylaşmamız ve yol yapmaya (sayende) alışmaya başlaması,
-  Bütün toza dumana rağmen kamyonların arasında yakar top veya saklambaç oynar gibi artistik puanlaması yüksek sürüşler yapmamız, (umarım bu nedenle bu taraflara tur planlaması azalmaz),
-  Kamyonların büyük bölümünün bisikletçilere ne kadar saygılı davrandığını tekrar görmem (ya bilinçleniyorlar, ya da benimki büyük seninki küçük, acıma duygusundan kaynaklanıyordur),
-  Yolun bitip Tayakadın’da ufak bir off-road sürüş,
-  Havada leylek sürülerini ve barajları dolu görmek,
Çok güzeldi.

Güzel organizasyonun için sana ve sana olan desteklerinden dolayı Firuzan’a  çok teşekkürler.


Firuzan Özoğul

Durusu’ya inen yoldayız. Artık tırmanışlar, bisiklet itmeler bitmiş, ektiğimiz yokuşları biçme vakti. Kendimi rüzgarın kollarına bırakıyorum, ruhum bir nebze özgür olsun, biraz da tasasız kalsın istiyorum. Ama olmuyor: Yol kenarlarında onlarca kesilmiş ağacın kökleri halen toprağa demirli. Bir kaç araç yolun kenarında durmuş. Farklı noktalarda insanlar ellerinde balta, elektrikli testereler, 'devir, devir' nidalarıyla koskoca, ama koskoca bir ağacı yere yıkmak üzere. Çok hevesliler… Bakamıyorum, içim parçalanıyor, kafamı başka yere çeviriyorum. Aklıma eski TRT zamanlarında çalan çocuk şarkısı geliyor, gözlerim doluyor:

Tohumlar fidana
Fidanlar ağaca

Ağaçlar ormana
Dönmeli yurdumda

Yuvadır kuşlara
Örtüdür toprağa
Can verir doğaya
Ormanlar yurdumda

Bir tek dal kırmadan
Ormansız kalmadan
Her insan bir fidan
Dikmeli yurduma