28 Kasım 2009

Marmaris - Dalyan

Muğla’dan çıkıp Akyaka’ya ve oradan GPA ile Gökova Körfezini dolaşıp Marmaris’e gelmiş, sonra da Serçe Limanı’na gitmiştik. Son bölümün yazısını buradan okuyabilirsiniz (Serçe).
Önümüzde Dalyan ve Fethiye vardı ulaşmak istediğimiz.

01.11.09 Pazar / Marmaris - Dalyan (90 km)

Dün Serçe’den dönmüştük ve bugünkü rotamız Dalyan’dı, 90 km’lik yol bizi bekliyordu. Önce Marmaris çıkışında 5 km’lik rampa vardı aşılması gereken. O zaman fazla oyalanmayalım dedik ve akşamdan kalan makarnayla kahvaltımızı yapıp yola çıktık (9:00). Söğütlü Market’in önünden geçerken bir resmini aldım. Gerçekten yok yoktu burada. Herhalde teknelere de malzeme verdiklerinden alt katta büyük boy ambalajlar bile vardı. Çin yemeği için istemediğin kadar malzeme. İstanbul’da bile olmayan şeyler. Fiyatlar da uygundu.


Hava güneşliydi ama soğuktu. Yeleklerimiz üzerimizdeydi. Azıcık Marmaris’in içinden geçerek Muğla yoluna doğru sürdük. Sağdan Aksaz’a giden bir yol vardı. Aslında askeriye izin verse buradan Dalyan’a gidiliyor ama askerler kendilerine kapamışlar burasını. Halbuki bir proje bile varmış Dalaman’ı buradan bağlamak şeklinde.

Önüme çıkan benzincide bir havaları tamamlayayım istedim ama bazı pompalar garip çalışıyor, hatta buna çalışma da denilmez. Hava basacağına indiriyor, ondan sonra da ortada kalıveriyorsun. O nedenle ben ilk ön lastikten başlarım hep şişirmeye. Nitekim bu pompa da aynısını yapınca vazgeçtim. 



Birazdan 4,8 km’lik yokuşun habercisi göründü. Burada güvenlik şeridi meridi yoktu tabii. Kenardan ağır ağır çizgi üzerinden giderek çıkmaya başladık. Solumuza ağaçların arasından baktığımızda uzaklarda yeni yapılaşmalar, yeni yerleşimler görülüyordu. Ne yazık ki bunun önüne geçilemiyor. Yavaş yavaş her yer doluyor. Bakalım daha ne kadarını kaldıracak? Gerçi artık imdat sinyalleri gelmeye başladı da ciddiye alanımız çok az.


Bu yol üzerinde sağda yamaçlardan bolca su akar. Sık sık da çeşme vardır. Biz de bir tanesinde “Aşk Çeşmesi”nde mataralarımızı tamamladık.

Adam aşkını açıkça yazmış, acaba karşılığını alabilmiş midir?


Rampayı geride bıraktık ve düzlüğe çıktık. Sağımızda halen çok az yol vardı. Mecburen içeriden gidiyorduk. Gerçi anlayışlıydılar ama gene bazıları yakın geçmeyi seviyordu. Herhalde hoşuna gidiyordu vın diye geçmek. Yol boyunca bir dolu turistik satış yerleri, halı mı istersin, deri mi istersin, lokum mu istersin, ne ararsan vardı. Bir özel müze bile vardı.

Solumuza Sedir Adası’na giden yol ayırımı geldi. Kleopatra’yı bu sefer ziyaret etmeyecektik ve düz devam ettik. 4,8 km çıkışa karşılık sadece 2,8 km inmiştik. 236 m rakımdaydık.

Sonra yol tamiratının sürdüğü bir bölgeye girdik. Anlaşılan duble yol yapılıyordu buraya. Umarım güvenlik şeridini geniş tutarlar. Hatta bisiklet yolunu da şimdiden koysalar ya. Nerde o günler.?! Ancak okuyoruz ki bu yol için buralarda ciddi kızılçam kesimleri oluyormuş. Muğla’nın yeşili duble’ye gidiyor diye feryat ediyorlar.


Çetibeli’ni geçerek düzlükte devam eden yolumuz 1 km kadar tırmandı ve ardından 2,2 km’lik bir inişle Gökçe ve Akçapınar ayırımına geldi. Buraya kadar sağda solda kahvaltılık yerler, özellikle köy kahvaltısı yazıyordu duyurularında (herhalde iyi satış yapıyordu bu laf!). Araba yıkama istasyonları bolca yanlarında. Hani arabanı duşun altına çekiyorsun tependen akıp duruyor su.



Sağdan Akçapınar’a giriş yaptık. Yolun başında motosikletle bekleyen ve el kol sallayan birisi vardı. “Hayrola ne oluyor burada, ne bu telaş” diye sorunca “abi güreşler var, misafirleri çağırıyorum” dedi. Anlaşıldı ki bugün burada pehlivan güreşleri varmış. Ehh güzel de oldu, hiç olmazsa birşeyler görürüz diye daldık.
 

Vardığımızda burası bayram yeriydi. Bir kalabalık ki sormayın. Pehlivanlar er meydanında yağlanmış güreş tutuyorlardı.Tam fotograflık. Hoparlörlerden güreşi kızıştırmak için sürekli anonslar yapılıyordu. Vatandaşlarımız da ilginç yerlerde sandalyelerini koymuş seyir halindeydiler. Beleşçilere aman verilmiyordu. Derhal uzaklaştırılıyorlardı. 

Biz de bu arada önce bir nar suyunu - ki tane nardan sıkılmıştı - boşalttık mideye. İstanbul’daki gibi kabuğuyla pres etmiyorlardı. Tane tane ayıklamışlar narları öyle sıkmışlar. Yani farkını tattığınızda anlıyorsunuz. Acılığı çıkmıyor kabuğun. Biz bir keresinde İstanbul’da feci acı bir narsuyu içmiştik, bilirim. Sonra kilosu 5 liradan incirlerimizi alıp Firuzan’ın merakını gidermek için biraz güreşlere bakıp meşhur okaliptüs ağaçları yolundan ilerleyerek tüm bu curcunayı geride bırakarak Fethiye yönüne doğru saptık.






Ula'nın Akçapınar köyünde muhtarlık tarafından düzenlenen yağlı güreşlere Muğla, İzmir, Manisa, Denizli, Antalya, Sakarya ve İzmit bölgesinden 8 kategoride 200 sporcu katıldı. Güreşlerde Antalya Bölgesi'nden Mehmet Yeşil Yeşil başpehlivan oldu. Başaltında Muğla'nın Milas ilçesi'nden Yener Güçlü birinciliği elde ederken, güreş ağalığını ise 10 bin TL veren İbrahim Koçar kazandı.

Akçapınar Köyü Muhtarı Şükrü Arslan, yaptığı açıklamada, güreşlerden elde edilecek gelir ile köyün yarım kalan içme suyu projesini tamamlayacaklarını söyledi.

 

Bu yol 2 şeritli, artık adı duble yol olarak ifade edilen asfalt bir yol. Ama soğuk asfalt dediklerinden. Yani zift üzerine mıcır. Biraz silindirle ezmişler gerisini arabalar tamamlamış. Motorlu araçlar için problem yok. Ama bizim için titreşimli ve gürültülü bir yol. Kafa kalmıyor. Ara yolları nasıl da aramazsın!!! Bu şekilde devamla sürdük bisikletleri. Küçük yerleşimlerin yanlarından (Çıtlık, Esentepe), köprülerin üzerlerinden, yolumuzun üzerine hangi bisikletli çıksa selam vererek, hatta fotosunu çekerek bastık pedallarımıza kuvvetimizin yettiği ölçüde.




Yavaş yavaş acıkma işaretleri gelmeye başlamıştı. Yanımızdaki kumanyayı yemek ve yükümüzü hafifletmek için bir mola verdik (12:35 / 35,5.km). Şöyle bir tahta köşkte (yol kenarında kurulu olan) kendimize bir ziyafet hazırladık. Daha doğrusu Firuzan hazırladı ben hazıra kondum. Azıcık da kuruyemişle takviye yaparak “şükür” ettik. Güneş zaman zaman kendini bulutların arasından sıyırıp gösterdiğinde ortalık parlıyor ama genelde bulutların arkasında saklanıyordu. Yeleklerimiz üzerimizdeydi halen. 


Karnımızı doyurduktan sonra toparlanıp yolumuza devam ettik. Bu şekilde pedallarken karşı yönden gelen bizim gibi 2 bisikletçiyle selamlaşarak sürdük. Sonradan düşündük neden durup tanışmadık diye. Sanki onlar da öyle beklemiş gibiydiler. Acaba karşıya geçmeye mi üşendik, bilemiyorum.
Böyle ağır ağır giderken etrafta da olup bitenleri ayrıntısıyla inceleme fırsatı buluyorsun. Mesela ne sebeple ayakta tuttuklarını anlayamadığımız bir WC vardı kenarda. Herşey yıkılmış bir tek orası duruyordu. Ve çalışıyordu herhalde. Umumi hela durumları. Aynası, duş perdesi vs, matraki vaziyette.



Yol resimlerden de gördüğünüz gibi oldukça düz giden, zaman zaman kısa çıkışları olan, sağı solu açıklık, bahçeler, palmiye yetiştirme alanları falan derken önümüze “Namnam” köprüsü de çıktı. Nereden bulunmuştu bu isim acaba? Araştırdığımızda Namnam çayının suları Dalyan İztuzu deltasını (Sülüngür Lagün Gölü) oluşturuyormuş. Hayret ettim, bu kadar uzun olacağını düşünmezdim. Ancak gene burada da önümüze çıkan üzüntü verici haber, buraya yapılan 15 km’lik duble yol için 120 m3’lük ağacın kesilmesiydi, okaliptüs ve kızılçamlar. Halbuki İtalya ve Fransa’da bu gibi yollar muhafaza ediliyormuş. Tabii bizde ağaç bol olduğundan kesebiliriz!




Karabörtlen mevkiinden geçerken (burası sağ sol ormanlık içinden giden güzel bir yol), Firuzan’ın dikkatini bir kalabalık çekmişti. Yolun sağında gruplaşmış birileri, 5-6 kişi oturmuşlardı bir masa etrafına. Merak ettik neler oluyor diye. Tabii biz de durduk yanlarında ve ne mi gördük?

Aman sormayın, neler neler vardı. Burasını Firuzan anlatsın, en çok o uçtu.

“Evet en çok ben uçtum ama çok fena da kondum sonrasında... Neyse... Her şey çok güzel başlamıştı. Neşe içerisinde bir kalabalık, kadınlar, erkekler, çocuklar. Ateş yakılmış, ateşin başında, gayet meşgul bir adam ve bir kadın. Yaklaşıyoruz. Bazıları neredeyse bir yemek tabağı büyüklüğünde mantarlar odun ateşinin üzerinde közlenmekte. Onlar közlene dururken, kadın mantarları temizliyor, şeritler halinde doğruyor. Bol zeytinyağı içerisinde, yine odun ateşinde mantarlar kızartılıyor. Bunlardan yahni yapılıyor, bol maydanozlu, domatesli, kekikli filan. Gördüklerime inanmakta zorlanıyorum. Ne manzara bu? Herkesin keyfi yerinde. Soruyoruz, mantar Çintar mantarıymış. Hemen hazırdaki yahniden bir tabağı afiyetle yiyoruz. Hızımızı alamıyor ve bir de közlenmişin tadına bakıyoruz. Lezzetine doyamıyoruz. Harika tatlar bunlar. Fotograflar çekiyoruz. Diğer müşterilerle sohbete dalıyoruz. Gitme vakti. “Borcumuz nedir?” 20 lira lafı karşısında miğdemizdeki mantarlar girdikleri yerden ha çıktı ha çıkacak… “Kilosu ne kadar bu mantarın ki?” 10 lira diyor. “2 kilo mu pişirdin yani bize!” İtirazımız üzerine 15 ödüyoruz (Fethiye’de görüyoruz, kilosu 5 lira. Hatta İstanbul’da bile 5 lira’ya aldık Kanlıca’yı).

Git ormandan topla, odunları da ağaç altlarından getir, ateşin etrafı için Allahın taşını al. Çak bir kibrit. (Aman ha, ormanda çakılmıyor kibrit, dikkat!!) Bitti. Eartık diğer malzemeleri de almak gerekecek mantarcı bey... Yine de bu kadar para istenmez ki... Şimdi anladınız değil mi? Uçuşum iyiydi de, inerken çok salladı...”



 


 

Lactarius Deliciosus, Çintar / Kanlıca Mantarı
Kuytuları sever Lactarius deliciosus, soğukta hepimiz kuytulara sığınmıyor muyuz? O da şimdi oluştuğu için çam gürleri altında, sıcak, yumuşak yatağında, aileler halinde uykudan uyanıyor. Pembecik yanaklarıyla ormanın taze gelinleri bu mantarlar. Çok da nazik olmalı onlara, dikkatlice kopartmalı, yoksa güzelim rengi morarıverir kopartıldığı yerden. Hem Çintar, hem de Kanlıca diyoruz Türkçe'de; Çintar olarak adlandırılanlar pembe renkli, Kanlıca'lar ise kırmızı, kırıldı mı kanayıverir içleri, onun için Kanlıca adları. Biri meşeyi, diğeri çamı sever.

İşte anlayacağınız durum böyle. Bir daha sormadan tek lokma atmam ağzıma. Mantarcı İhsan oldu Kazıkçı İhsan bizim için. Buradan yediğimiz kazığın zevkiyle aldık başımızı yumduk gözümüzü ver elini Köyceğiz diyerek bastık pedallara kuvvetlice. Yol düzdü ve biz de biraz tempo yapmak istiyorduk. Yol kenarlarında kurulmuş tezgahların yanından artık bakarak geçiyoruz. Tepe tepe meyve dolular.

 


Ama solumuzda dağlarda tepelerde durum hiç de iç açıcı görünmüyordu. Rüzgar çıkmıştı, kara bulutlar geliyordu. Orada birşeyler oluyordu (pek de iyi değildi), acaba bize de ulaşır mı endişesi içinde sürerken Toparlar’da bizi yakaladı bulutlar ve boşalttılar yüklerini üzerimize. Şansımıza bir kahve vardı yakında ve oraya sığındık. Bastıran sağnak bize 1 saatten fazla kahvede kekik, adaçayı ve tavla şampiyonası yapmamıza fırsat verdi. Buradan açıklayayım ki Firuzan bir zar ustası. Öyle isabetli atıyor ki beni perişan etti. Sonunda yağmur dindi ama biz de bayağı zaman kaybettik. Aytekin’le de telefonlaşıp durumumuzu anlattım. Oralarda yağmurdan mağmurdan eser yokmuş. Atlayın gelin dedi.
Birçok kültür gökkuşağını cennet ile dünya arasındaki köprü olarak görmektedir. Doğadaki en güzel manzaralardan biri olan gökkuşağı batı kültüründe umut ve şans sembolü olmuştur. İran Müslümanlarına göre gökkuşağındaki renklerin bir önemi vardır. Yeşil bolluk, kırmızı savaş ve sarı ise ölüm anlamına gelir. Sibirya’da güneşin dili olarak düşünülür. Güney Amerika Yerlileri ise denizin üzerinde görülmesinin bir şans olduğuna inanırlar.

Haydi gene selelere oturup pedalları döndürmeye başladık. Köyceğiz’e girmeyerek devamla Kavakarası, Tepearası, Eskiköy diyerek artık kararmış havada farlarımızı da yakıp dikkatlice yol alarak Dalyan’ı bulduk.

Verilen ipucunda “Şok” vardı. Bulmamız zor olmadı bu mağazayı. Hemen bir telefon Aytekin’e o da hemen çıkıverdi yola ve ben 30 sene sonra arkadaşımı görmenin sevinci ve heyecanıyla evinin yolunu tuttuk. Bisikletin park edilmesi ve hasretli kucaklamanın sonunda hanımı Latife’yle de tanışıp (düşünsenize aradan koca 30 yıl geçmiş, az gayret etseydik torun sahibi olacağız) bize ayrılmış odaya yerleştik. İlk işimiz banyo almaktı. Sırayla üzerimizden 90 km’nin tozunu yıkadık. Sonra da Latife’nin müthiş sofrasında yerimizi aldık. Off diyorum, bizim için özel neler hazırlanmamış ki, sormayın. Herşey sebzeydi, ot bahçesi resmen masanın üstü. Yani nasıl teşekkür edeceğimizi bilemiyorum. Bu kadar olurdu bu iş. Zaten kaldığımız günlerde Latife’nin aşçılık hünerlerini bolca tadacaktık.

Karnımızı iyicene doyurduk. Arkasından tatlılar falan, biraz tv’ye bakmak, biraz vatanı kurtarmak derken bizim pilimizin bittiği belli oldu. Ertesi gün hem biz bir tur atacaktık, hem de Latife okula yetişecekti. Hadi artık iyi geceler diyerek bize ayrılan odaya duhul olduk. Güzel bir uyku, değişik rüyalar eşliğinde ilk gecemizi Dalyan’da tamamladık.

Yol: Marmaris > Çetibeli (19 km) > Gökçe (25 km) > Akçapınar (27 km) > Çıtlık > Kızılyaka > Toparlar (62 km) > Zeytinalanı > Kavakarası (72 km) > Tepearası (79 km) > Eskiköy (83 km) > Dalyan (90 km)


02.11.09 Pazartesi / Dalyan - Sultaniye - Ekincik - Sultaniye - Çandır - Dalyan (59 km)

Sabah dinlenmiş olarak Latife’nin kahvaltı sofrasına yerleştik. Aytekin de birazdan aramıza katıldı. Nefis peynirler ve kızarmış ekmekler ve sahane zeytinler, domates ve salatlıkla sabah kahvaltımızı yaptık. Yumurta tam kıvamındaydı. Sarısı turuncu renkte, tam köy yumurtası.

Aytekin’den yol tarifini aldık. Ekincik diyorduk, Sultaniye çamur banyoları, Çandır, Kaunos hepsini görmek gezmek istiyorduk. En iyisi Horozlar’a geçin, oradan Sultaniye yaparsınız dedi. Karşıya geçmek için 2 iskele var Dalyan’da, birisi Çandır’a gitmek için, diğeri Horozlar’a.

Tamamdır dedik ve motorların olduğu yere varıp “Acaba bizi kaça geçirirsin” diye kayıkcıya sorduğumuzda “10 lira” lafı karşısında irkildik. “Ne oluyor kardeşim, şurası 10 lira olur mu” itirazımıza hemen karşılık geldi. “5 ver o zaman”. Anlaşılan bu bir taktik, önce korkutacaksın sonra nasılsa yarısına razı olacak. Baştan 5 dersen zaten itiraz edecek. Sen de haklısın Nasrettin Hoca. Bisileri tekneye yükledik ve motoru çalıştırmasıyla durdurması bir oldu kayıkçının çünkü karşıya varmıştık bile.



Karşı kıyıda tekrar yolumuza devam ettik. Bu bölgede minarelerin külahları hep cam gibi malzemelerden yapılmıştı. Herhalde ortak bir zevk olmalıydı. Sağdan göl boyunca ilerledik. Kimsenin olmadığı, ara sıra bir traktör veya mobiletin geçtiği bu yolda herhalde mevsiminin son böğürtlenlerine rastladık. Durmamak olmazdı ve erişebildiklerimizi toplayıp afiyetle yuttuk.

 


Hava güneşliydi ama gölgeye girdin mi serinlik hissediyordun. Biraz çıktıktan sonra bir inişle devam etti yolumuz. Bu şekilde giderek Sultaniye Banyoları’na ulaştık. Görelim nasıl yerdir diye, gerçi Firuzan daha öncesinden biliyordu buraları ama gene de girdik içeriye. Boştu tabii, bu mevsimde kimse çamura girmek istemiyordu anlaşılan. Şöyle bakındık, fiyatlara baktık, bilgi aldık. 2 kişilik oda gecesi 30 liraydı. Banyolar serbest. Zaten sırf banyo seansı 4 lira. 2’yle çarptın mı 8 eder. Günde 2 kere girsen 16, ehh gerisi de yatak parası. Fena sayılmaz değil mi? Etrafta köpek kedi vardı, onlarla biraz oyalanıp, biraz foto çekip buradan ayrıldık.

 
 

Sultaniye Kaplıcaları

Köyceğiz Gölü'nün güney batısında Ölemez dağı'nın eteklerinde yer alan Sultaniye Kaplıcaları'nın tarihi günümüzden binlerce yıl öncesine dayanır. M.Ö. 100 yıllarında Kaunos'lular tarafından kullanıldığı bilinmektedir. Bizans döneminde ise genişletilerek konaklama tesisleri yapılmıştır. Günümüzde Bizans döneminde yapılan tesisler Köyceğiz Gölü'nün suları altında kalmıştır. Roma döneminde kapsamlı bir hastane haline getirilmiştir. Kaynaklara göre, hastanenin girişine "Tanrılar adına buraya ölüm giremez" diye yazılmıştır. Ölemez Dağı da adını buradan almıştır. Romatizma, böbrek ve idrar yolları rahatsızlıklar, metabolizma bozuklukları, ruhsal yorgunluk, cilt ve kadın hastalıkları. Sultaniye Kaplıcaları'nın suyu kalsiyum klorür, kalsiyum sülfat, kalsiyum sülfür, bromür, radon ve radyoaktif maddeler içermektedir. Su sıııcaklığı 39 derece olan Sultaniye Kaplıcaları Türkiye'nin en yüksek radyoaktiviteye sahip kaplıcasıdır (98,3). Radyoaktivite yüksekliği nedeniyle rehabilite edici özelliği vardır. Yatalak olarak getirilen hastaların burada tedavi gördükten sonra yürüyerek gittikleri söylenir.



 
 


Ekincik’e gitmek istiyorduk ve sapak daha ilerdeydi. 2 km kadar sonra göründü ve bizi sola döndürdü. Pedallamak için bu kadar keyifli bir rota olamazdı. Solunuz göl manzarası sağınız çamlık, asfalt uygun ve kimsecik yoktu. Az gittikten sonra bir çıkış başladı, 6 km kıvrıla kıvrıla. Fena sayılmazdı 1 saatimizi aldı zirveye varmak, göl (11 m) seviyesinden 485 m’ye çıkmıştık. Buradan çok nefis bir kuşbakışıyla Ekincik altımızda görünüyordu. Biraz bu büyüleyici manzaraya doyabilmek için oturduk toprağa ama rüzgar üşütüyordu. Güneş olmasına rağmen soğuktu burası. Yanımızdaki armutları çikardık ve yedik ama fazla duramadık. Bıraktık kendimizi yer çekimine ve 10 dk’da iniverdik sahile. Bu inişler büyük keyif tabii ki. Kimsecikler de olmayıp elini frenden çekince ve de üzerine kapanınca 60 - 70 km’leri görebiliyorsun rahatlıkla.
 

 

Etrafta kimse görünmüyordu. Sadece yabancı olduğunu sandığımız bir çift vardı yürüyen. Sonra birilerini gördük, kenardaki bakkalın önünde 3 kişi sohbetteydi. Onlara selam verip yol bilgisi almak istedik. Öğrendiğimiz bizi şok etti. Google’un haritasında burada var olduğunu sandığım Çandır yolu meğersem yokmuş. Yapılması düşünülüyormuş. Gel keyfim gel. Aslında bu bilgileri hep kontrol edip karar vermek gerekiyor. Öyle gugula inanıp plan yapmayacaksın. Aksaz yolu da aynen. Oradan geçeriz diyorduk ama askeriye müsaade etmiyormuş. Yani bu durumda geldiğimiz yolu geri pedallayacaktık, yani tekrar 6 km çık, off anam off.

Madem ki durum böyleydi biz de buranın keyfine varalım dedik, önce bir uca kadar gidip buranın nasıl bir yer olduğuna baktık. Kıyıda dolmuş tekneleri, tur tekneleri sezonu kapamış kıyıya çekilmeyi bekliyorlardı. Belediye tarafından işletildiği belli olan bir plaj vardı. Çadır kurulacak, kamp yapılacak yerler gözüküyordu. Mevsiminde gelinirdi. Bu mevsim bile güzel kamp yapılırdı...


Sonra geri dönüp karnımızı doyurmak için çay içebileceğimiz yer ararken gene bakkalda (Duran Market) bulduk kendimizi. Çünkü önceki yerde çay yoktu falan. Daha da iyi oldu burası çünkü oturanlar hoş sohbettiler, bakkal (Celal Bey) bize hem adaçayı sundu hem de bir tabak zeytin ikram etti. Diğeri de balcıydı (Halim Bey) ve bizi bal konusunda bilgilendirdi, ne gibi hilelerle satıldığını öğrendik. Başka neler konuşmuştuk?

“Kuzu göbeği mantarının kulaklarını çınlattık çokça. Kilosunun 50 bazen 60 Lira’dan alıcı bulduğunu, toplanan mantarın çoğunluğunun yurt dışına ihraç edildiğini ve bu mantar cinsinin ilaç sanayiinde sıkça kullanıldığını öğrendik. Daha sonra internetten yaptığım araştırma sırasında, Türkiye’de toplanan mantarın kilosunun Paris’te kuru olarak 70 Avro’dan satıldığını okudum (İstanbul’da kilosu 600 liraydı, yanlış okumadınız altıyüz). Şaşırdım. Bir köylü de bu mantara para vermediğini, bahçesinde kendi başına bittiğini yazmıış. Yalnız dikkat: Her yerde deniliyor ki, toksinlerinden arınması için bu mantarın mutlaka pişirilerek tüketilmesi gerekiyor!”

Laf lafı açtı ve 1 saat oturduk yanlarında. Biz de bu ikramları karşısında (çünkü para almadılar) onlara yanımızdaki incir ve bademden ikram ettik ve vedalaşıp önümüzde bizi bekleyen dağı aşmak için “haydi bastır” dedik (14:00 / 27.km). Geldiğimiz gibi geri döndük. 6 km’lik rampaya vurduk bisikletleri. 1 saat çıkış 10 dakika bile sürmeyen iniş, hep canım daha uzun sürsün iniş istiyor ama frenleyerek de gidilmiyor ki. Zaten bu gezide fren pabucu kalmadı. İstanbul’a dönüşte ilk değiştirmem gereken şey oldu. Hani arka aşındı, önle durdurmaya çalışıyorum güvenli durumlarda.

Aynı yoldan dönerek Horozlar’a kadar gelip bu sefer Çandır tarafına dönmek istiyorduk, Kaunos harabelerine. Yani sağa dönmemiz gerekti. Bazı evlerin yanından geçerek bir de otel geride bırakıp bir rampayla karşılaştık. Yani bu da az değildi, herhalde 5 km vardı. 382 m yüksekliğe çıkarttı bizi. Tepeden baktığınızda dalyanın denizle olan bağlantısını görüyorsunuz. Kıvrıla kıvrıla birleşen, tuzlu suyla tatlı suyun karıştığı nokta. Buradan tekrar yokuş aşağı arı kovanlarının yanından sürdü yolumuz.





 


Sonunda Çandır Köyü’ne geldik ama burası öyle alıştığımız köy görüntüsünde değildi. Ne bir kahve gördük ne de köylünün toplandığı meydan. Anlamadık, neyse akşam üstü olmuştu zaten, duracak fazla da zamanımız yoktu. Karanlığa kalmak istemiyorduk, zaten aynı yolu gidip gelerek vakit kaybetmiştik.



Parke taşı döşenmiş bir yolla Kaunos harabelerinin yanından geçerek göl kıyısına ulaştık. Epey uzunca bir yoldu, sandığımdan da. Öyle evler gördük ki arkalarında tarih yatıyordu. Kaya mezarlarına sırtlarını vermiş göl manzarası önlerinde. Buraların tek derdi sivri. Yazın gün batımınında bir çıkıyorlar ortaya - yandınız. Bilmiyorum bugün çare buldular mı, ama eskiden böyleydi. 

Mitolojide Miletos'un oğlu Kaunos tarafından Dalyan Kanalı'nın (Colbis) hemen kenarında kurulmuş antik bir liman kenti. Arkeolojik buluntular kenti M.Ö. 10 yy'a kadar tarihliyor. Bir akropol ve aşağı şehirlerden oluşan kentin en ilgi çekici yapıları antik tiyatrosu ve kaya mezarları. Yarım daireyi aşan tiyatronun 33 oturma sırası bulunuyor. Günümüzde tiyatro, sahne ve bazı oturma sıraları hariç iyi durumda. Batısında bir kilise ve bu kilisenin batısında ise Roma dönemine ait bir hamam var.

1966 yılında başlayan arkeolojik araştırma ve kazı çalışmaları Başkent Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Cengiz Işık`ın başkanlığında, farklı bilim dallarından oluşan ekip ve teknik personelce sürdürülüyor.
 


İskelesine vardığımızda birileri vardı hiç olmazsa. Bir minibüs bekliyordu. Sağda solda gözleme yapan, İngilizce karşılığı pancake, tezgahlar vardı ama mevsimi kapatmışlardı bile. Tur tekneleri bağlanmış yeni sezonu gözlüyorlardı. Hatta bisiklet bile kiraya veriliyormuş. Çok güzel.




Burada tekrar kayıkla karşıya geçmemiz gerekiyordu. Kayıkçıya seslendiler ve bizi geçirmesi için çağırdılar. Hava hafiften kararmaya başlamıştı. Ufukta ayın çıktığını gördüm, dolunay vardı bu gece. Bir sandal bize doğru gelmeye başladı. Küreklerde bir kadın. “Ya buna bisikletleri nasıl koyacağız” dedim, “Merak etme abi, biz 8 tanesini yerleştirdik”. Hiç aklım kesmedi ama başka da çare yoktu. Önce benimkini indirdim, sallanan tekneye Firuzan’ınkisi de indirildi. Bir sağa bir sola yatıyordu tekne. Bisikletleri tutuyordum kasılmış bir şekilde. Firuzan da kıça oturdu. Kadın da kayığı ters çekiyordu, herşey bir garipti benim için. Yani bir terslik olacak bindiğime pişman edecek diye hayıflanıp durdum.

Arkadan bu işlerin nasıl göründüğünü Firuzan anlatsın:

“Ben çok eğleniyor, keyif alıyordum, hem içinde bulunduğumuz durumdan hem de kayıktan. Fıış fış kayıkçı teyze büyük bir azimle kürek çekiyordu. Ayağında şalvarı, yanakları al al. Köyün erkekleri kahvede yine belki ama, kadınlar tarlada değil, gölde kürek başında bu sefer. Bence gayet iyi de beceriyordu teyze bu işi. Sırtı bana dönük de olsa, Mustafa’nın endişeli yüz ifadesini görebiliyordum. Heyecan oldu ama, sonu da iyi oldu. Hem adrenalin de insanı genç tutuyor demiyorlar mı?”



Evet, hava hem kararmaya başladı hem de soğumaya. Karşıya geçip hemen eve dönme isteğimizden başka şey yoktu. Sıcak banyo ve yemek istiyorduk. Dalyan’ın içinden geçerken İngiliz’lerin etkisini görebiliyorduk. Her yerin adı İngilizce olmuş. Onların beklenti ve zevklerine göre ayarlanmış. Öyle bakınarak dolaşırken duvara dayalı bir tandem Firuzan’ın gözünden kaçmadı. Yanına vardık ve incelerken sahibi geldi ve satmak istediğini söyledi. Bir ikincisin de elinde olduğunu ama onu toparlaması gerektiğini falan anlattı. Sormadık ne istediğini ama eski de olsa orijinal parçalarıyla duruyordu. Belki meraklısı çıkar ve iyi ellerde kullanılır. Aslında çok da merak ediyorum, halen bir tandeme binmedim.

Her neyse sonunda Aytekin’in ofisine (Paradise Emlak) geldik ve o da dükkanı kapatıp peşimizden eve geldi (17:30 / 59.km, 5 saat 17 dakika pedal, 11,2 km ortalama hız). Sırayla hemen sıcak suyun altına girip ısındık, sonra da Latife’nin nefis sofrasında yerimizi aldık. Herşey gene bizim için düşünülüp hazırlanmıştı. Bulgur pilavı, dolma, salata, kereviz, mercimek, kabak, fasulye, patlıcan ezmesi ve daha pek çok şey yenilmeyi bekliyordu. Öylesine açıkmıştık ki heyecandan fotoları bile net çekemedim. Bugün gördüklerimizi yaşadıklarımızı onlarla paylaşarak yemeğimizi yedik. Sonra tatlı ve çay eşliğinde sohbetimize devam ettik ama ertesi gün Fethiye’ye doğru yola çıkacağımızdan fazla da gecikmeden yataklarımıza girdik. 2 günlük Dalyan ziyaretimiz sona eriyordu. Ama daha uzun gezmek için mutlaka tekrarlayacağız bu bölgeyi.