30 Kasım 2009

Dalyan - Fethiye

Muğla’dan çıkıp Akyaka’da GPA3’e katılıp sonrasında Marmaris - Serçe yapıp Dalyan’a gelmiş ve burada da Ekincik ve çevresini gezmiştik. Önceki gezimizi buradan okuyabilirsiniz (Dalyan).


Bugün bisikletlerimiz bizi Dalyan'dan Fethiye’ye taşıyacaktı.


03.11.09 Salı / Dalyan – Fethiye (91 km)


Sabah güzel bir kahvaltıdan sonra Aytekin ve Latife’yle vedalaştık. 2 gün bizi öyle bir ağırlamışlardı ki, sormayın. Yedirdiler içirdiler doyurdular, eksik olmasınlar. Herşey mükemmeldi - çok teşekkürler. Tam evin önünden ayrılmaya hazırlanırken Recep’in de gelmesi iyi oldu (Aytekin’in abisi), onu da görmüş olduk. Son bir resim çekip, Recep’in eşliğinde Gökbel yoluna girdik. Elveda Dalyan!


Recep scooter’la, biz bisikletle devam ettik, onların İztuzu yolundaki su kenarındaki restoranlarına kadar, Gölbaşı Restaurant (www.golbasirestaurant.com). Geldiğinizde mutlaka uğrayın ve selamlarımızı söyleyin. Tanımanız için baba-oğul resimlerini çektim. Hesaplar makul, kahvaltının fiyatını görüyorsunuz altta herhalde. Yok yok! Sezon bitmiş olmasına rağmen herşey hazır müşterisini bekliyordu. Bize 2 bardak nar suyu ikram ettiler, nefisti. Zaten yol boyunca bu bölgede her yer nardı. Büyük TIR’larla gelinmiş toplanan narları alıyorlardı. Bu sene kilosu 80 kuruşdan ama vadeli vereceğime peşin 70 kuruştan verdim dedi Recep. İstanbul’a gelince 4 lira oluyordu. Siz anlayın artık meseleyi.


 


“Yiyecekler yendikten sonra vücuda enerji vermek için oksijenle yanarlar, yanma sırasında zararlı maddeler olan serbest radikaller oluşur.

Vücutta serbest radikallerin çoğalması kalp hastalığı, kanser, katarakt ve yaşlanma gibi sağlık sorunlarını daha çabuk ortaya çıkararak tüm hücre ve organlara zarar vermeye başlarlar. Serbest radikallerden kurtulmak için vücut bazı enzimler üretir. Yanmayı (oksitlenmeyi) önleyen anti-oksidan maddeler enzim miktarını artırır ve böylece savunma mekanizması güçlenir.

Bereketin simgesi olan nar hepimizin artık bildiği gibi müthiş bir antioksidan kaynağı, nar suyundaki antioksidan miktarı, kırmızı şarap, yeşil çay, kızılcık ve portakal suyuna göre 3 kat daha fazla. Diğer bir antioksidan vitamin olan C vitamini yönünden de zengin.
‘Çarşıdan aldım bir tane, eve geldim bin tane!’ Bol bol tüketin...” diyor Firuzan.

Buralarda dikkat çekici başka bir durumsa İngilizler’e ait olduğu söylenen evler: Hem güzeldi hem de en keyifli yerinde. Yani “memleketimiz cennet de keyfini gene elin adamı çıkarıyor” lafı aklıma geliverdi birden :).

Recep’le tekrar vedalaşıp güzelim restoranından ayrılarak Gökbel’e doğru yola devam ettik. Yolumuz bizi Sülüngür Gölü’nün kenarından inanılmaz güzel bir manzara eşliğinde Dereköy-Mergenli-İztuzu ayrımına getirdi. Biz İztuzu’na sapmayıp (şimdi yormayalım kendimizi dedik, dönüşü çıkıştı çünkü) Cumhurbaşkanlığı Bisiklet Turu rotasından devamla Mergenli’ye geldik.
 

 


Buraları karışık değil ama mahalle mahalleymiş, hangisi bitti hangisi başladı belli olmuyordu. Gugul haritasıyla yol bulmaya çalışıyorduk, gene de hakkını yemiyeyim, çok da faydalı oldu. Ama bir yerde sağ mı sol mu karar veremedik ve şansımıza bir motosikletlinin gelmesiyle doğruyu öğrendik; sağdan gidecektik. Bize yardımcı olan arkadaşa adını sorduğumuzda “Kader” diyecekti. Çok anlamlı geldi bana bu isim. Belki de kaderimizi belirledi. Biz soldan gitmekten yanaydık o gelene kadar.
“Kader’in lafını dinledik ama, kaderimizi değiştirememişiz. Gelin Mustafa’dan dinleyelim:”

Evet Kader’in yol göstermesiyle sağdan devam ederek bastık pedallara Fevziye’ye doğru. Bu bölge bisiklet için sanki dünyanın oluşumu sırasında şekillendirilmişti. Dümdüz, köyler, nar bahçeleri, limon ağaçları, portakallar herşeyiyle bir cennet köşesinden geçiyorduk. Solumuzda antik Likya krallığının mezarları, besbelli ki burasını son yolculuk için seçmişlerdi. Bölgenin en güzel köşesini final için ayarlamışlar.



 

Bu şekilde biz tabii avare avare pedallarken gitmemiz gereken yoldan ayrılmış bambaşka yöne doğru yönelmişiz. Bir soralım bakalım diye durduğumuzda, “ohooo” dediler “1 km sonra Ortaca’dasınız” lafını duymak hiç hoşumuza gitmedi. Oradan gitmeyecektik ki, gitseydik bu yoldan gelmezdik! Biz Güzelyurt - Fevziye yapmak istiyorduk. Peki ne olacaktı şimdi, geri dönüp sapacaktık doğru yola. Düşündük ne edelim diye ve dönmekten yana karar verdik, çünkü ne kadar az anayoldan gitsek o kadar keyif alacaktık.


Çıktık açık alınla ve saptık yan yollara. Girer girmez önümüze bir kanal tamiratı çıktı. Neydi ne işti bilemiyorum ama yol tamamen kazılmıştı. Öyle kenarından kıyısından, çukurların üzerinden geçiverdik (bayağı da derindi, düşsen zor çıkarsın). Sonra sağ mıydı sol muydu diye aranırken sağ denildi ve sürdük sağdan. Yol biraz düzelmişti. Öylesine devam ettik. Gene de bir bakkaldan teyit ettik. Acaba doğru yolda mıydık? Aynen! Yolumuz üzerinde ne kadar bisiklet, bisikletli gördüysek hep resimlerini çektik. Nedense algılamada seçicilik dedikleri durum olsa, gözüme bisikletli iliştiğinde hep selam vermek, resim çekmek istiyordu canım. Acaba bunun başka bir izahı olabilir mi?


 

Sırayla köyleri, meydanları, tezgahları geçer olduk. İnsanlar kahvelerde oturmuşlar, köşelerde durmuşlar muhabbet durumlarındalar. Biz de yanlarından geçtikce selamlaşmalar, el sallamalar veya ufak laf atmalarla bir şekilde devam ettik buralardan. Ama işin önemli yanı, heryerde bisiklet vardı. Aslında taşrada bisiklet çok daha gerçek sebebiyle kullanılıyordu. Herkes ulaşım veya nakliye amacıyla bisikleti kullanıyordu. Giyimleri de öyle ekstra değil, günlük hallerindeydiler – hep. Bizler de tam tersine, kafamızda kask, üzerimizde tayt, altımızda acayip bisikletlerle dolanıp duruyoruz. Acaba hangisi gerçek?



Burası da inanılmaz güzel bir bölge ve güzergah. Bahçeler, meyve ağaçları, hatta tekne yapım tersaneleri (küçük çapta da olsa) bile vardı yolumuzda. Az sonra ana yola bağlandık. Sola dönüp Dalaman’a doğru devam ettik. Burası daha geniş, daha kalabalık bir yoldu. Ama gene de keyifle gidiliyordu.
Derelerin üzerinden geçtik, ağaçlandırma sahalaını geride bıraktık, traktörlerle nakil olan tarım işçilerine el salladık, devlet hayvan üretim çiftliklerini gördük, nar kamyonlarının yüklenmelerinine tanık olduk, öyle veya böyle güzel diyarlardan devam ettik sürmeye.




Bu düşüncelerle Dalaman’a ulaştık (11:50 / 35,5.km, 2 saat 15 dakika pedallama, 15,9 km ortalama hızımız). Havaalanı buranın büyümesine neden olmuş. Bir yerde durup kahve içmek istedik ama servis daha açılmamıştı. Neskafesi isterseniz olur dediler ama ne edelim “Nes-Kafesi”ni, bu durumda WC ihtiyacımızı bari sizden ceza olarak karşıyalım madem ki kahveniz yok dedik ama, içerideki herhalde zor durumdaydı ki bir türlü kafesden çıkmak bilemediğinden ondan da vazgeçip devam ettik.

Şehrin ortasından giden bir geniş ana yol üzerinde sürdük bisikletleri. Bu yol üzerinde herşey toplanmıştı, sağlı sollu Anadolu Lisesi, Devlet Hastanesi, Meslek Okulu gibi. Öğrenciler kavuniçi formalarıyla bir hayli dikkat çekiyorlardı. Bu şekilde onları fark etmemek mümkün değildi. Acaba bu nedenle mi bu renkte karar kılmışlardı?

 
 


Bu arada gözüme sokak arasından bir pazar ilişti, hemen Firuzan’ı durdurdum, içeriye daldık. Aman ne keyif, indik bisikletten ve dolandık içeride. Mantar burada da vardı, havuçlar, keçi boynuzları (hemen aldık, yolda çok keyifle yeniliyor. Çıkart cebinden çiğnemeye başla, bal gibi sakızını em) ve de acı biberler. Acıkmıştık da, gözleme yapan bir tezgaha yanaşıp 2 tane ısmarladık (tanesi 2 lira). Başka bir yerden de çaylar geldi (bardağı 50 krş) ve biz, biraz fazla yağlı da olsa büyük bir iştahla onları temizledik. Masamız yan çevrilmiş bir portakal kasasıydı. Mekan çok hoştu açıkçası.
 

"Hop, hop, hop, değiş tonton! Hatırlayan var mı? Şekilden şekile girebilen tombul bir aileyi konu alan bir çizgifilmdi bu, çocukluğumdan... Aynı hesap: İşte kasa oluvermişti masa, pazar yeri de en güzel lokanta! Paranın satın alamayacağı deneyimler yaşıyorduk! Böyle yemeye devam edersek, bu çizgifilm beyazperdeye aktarılsa başrolü bize teklif ederler herhalde...”

Çantalarımızı doldurup (havuç 3 TL, keçiboynuzu 3 TL, yerfıstığı 5 TL - Firuzan’ın maması - ve acı biber 4 TL) yola devam ettik. Uzunca giden “Bulvar”dan devamla otoyola bağlandık. Aslında sonradan fark ettik ki bizim gitmek istediğimiz yol hipotenüs olan Kargınkürü olmalıydı, ama pazar ayağına unuttum bunu. Neyse sonunda dik kenarlardan dolaşıp Göcek yoluna girmiş olduk.

Yol boyunca kurulmakta olan seralar gördük, anlaşılan bu bölgede naylon çok satılıyordu. Bütün seraların üzerleri naylonla kapatılıyordu. Tersine akan dereler, neden acaba bu isim? Yoksa ivme yanıltıyor muydu burada da bakanı?
Bu şekilde güvenlik şeridinden, kenardan kenardan çizgi üzerinden ilerliyorduk. Pedal pedal yol alıyor, tünelimize yaklaşıyoruz. Arada bir selenin üzerinden kalkıyor, seleye yapışmış “popomu” ayırıyordum. Aslında daha tam anlamıyla doğru seleye sahip değilim. Araştırıp duruyorum. Şöyle rahat bir uzun yol selesi acaba hangisidir?
Önümüzde 3 km’lik bir rampa vardı. Ondan sonra da Göcek Tüneli gelecekti. Heyecanla pedal basıyoruz. Bakalım ne olacak tünelde!


Sağdan güvenlik şeridinden apandık pedallara, Firuzan önde ben arkada geldik Göcek Tüneli'nin görüş sahasına. Kendimizi yokuşun inişine bıraktık. Merakla ne olacak acaba diye ilerliyorduk. Yavaş yavaş, kare kare yaklaştıkça sağdaki uyarı levhalarını okumaya başladım. En görmek istemediğimiz işaret bize sırıtıyordu: Bisiklet yasaktı!!! Ters bir durum, fakat Kayhan’dan tüyoları almıştık (onlar geçmişlerdi), ama gene de ya tutmazsa durumu vardı! Sanki yasak değilmiş gibi pedallamaya devam ettik.
Bizim geldiğimizi gören güvenlik elemanları kulübelerinden fırladılar ve bize doğru gelmeye başladılar. Elleriyle kollarıyla “No” dercesine işaretler yapıyorlardı. 2 turist tünele girmeye çalışıyordu, olacak iş değildi. Daha adam ağzını açmadan ben Türkçe konuşarak taarruzu püskürtmeye çalıştım. Ama mümkün değildi. “Giremezsiniz”di tek lafı. "Aman etme-eyleme, daha geçen hafta arkadaşlar geçmişti. Onlara mümkün de biz üvey evlat mıyız? “Yassah gardeşim yassah dedik ya!!!” Haydi “peki ne edcez şimdi?” Dağları gösteriyordu bize, sağdan giden dağ yolunu. Mümkün mü bu dağları aşmak - acı bize falan dedik ama bir türlü kandıramadık güvenliği.
O - bu derken sonunda bizi müdürle görüştürme konusunda razı edebildik, bir şans daha elde etmiştik. Müdür bey idari binanın önündeydi, hemen yanına vardım ve aynı şovu bir daha oynadım. Allahtan müdür bize acıdı ve kenardan iterek kimse görmeden geçme iznini verdi. Biz de çaktırmadan siyah çöp torbalarına gizlenerek (!) 926 m’lik tüneli uygun adımlarla geçtik. Buradan tekrar müdür beye hoşgörüsü için teşekkür ederiz.

Tek şeritti tünel (12 m’ymiş genişliği). Güvenlik şeridi falan da yok. Bariyerlerin dışında kenarda şöyle yarım metrelik bir yol vardı. Plakaların yerleştirildiği, altından su kanalı geçen. Oradan iterek diğer uca geçmiş olduk.

Ama inanın 2006 Temmuz’unda açılmış olan bu tünel çok önemli bir mesafeyi kısalttığı gibi (15 km’yi 960 m’ye indiriyordu, kimi kaynakta 6 km diye yazıyor, tırmanmadığımdan hangisi doğru bilemiyorum), ciddi bir rampayı da ortadan kaldırıyordu. Yoksa 232 m’den 458 m’ye çıkmak gerekecekti, 29 virajla!

Bu arada Firuzan’dan beklerken neler yaşadığını kendisine bağlanıp öğrenelim:

“Tünelden geçecek miyiz, geçmeyecek miyiz? Geçeriz mutlaka diyordum. Mustafa’nın empati ve ikna kabiliyetini bilirim. Ben sadece "bisiklet bin" komutunu bekliyordum. Yanımdan arabalar vızır vızır geçerken bir de baktım yerde 15 lira. İstanbul’a dönünce Tema’ya bağışladım, Mustafa ve kendi adıma. Şoförlerden biri tünel geçiş ücretini elinden uçuruvermişti herhalde. Neye niyet, neye kısmet!”

Çıkışdan sonra yallah yokuş aşağı Göcek’e vardık. Buraları yat turizmi nedeniyle epey gelişmiş. Yapılaşma almış başını gitmiş. Nedense sadece 3. dereceden doğal koruma alanı ilan etmişler. Bazı arkadaşlarımın tekneleri burada, sıkça geldiklerini biliyorum. Koyları enfes, saymakla bitmez. Bir düzine de ada var, yok Domuz Adası, Tersane Adası, Yassıca Adaları, Göcek Adası gibi. Ülkenin en güzel yerlerinden birisi.



 
 

Göcek’e girmedik. Fethiye’ye ulaşalım istiyorduk bugün, o nedenle devamla ilk rampayı çıkıp, sonra inip sonra çıkıp (R 303 m) sağımızda koylar, türkuvaz renginde bir deniz, nefis bir doğa, solumuzda dağlar ve çam ağaçları derken (resimler herhalde güzelliğini anlatmaya yetmiyordur ama az da olsa fikir verebilir), biraz da yorgunluk belirtileri oluşmuşken bir mola vermek için sağdaki çayevinde, gözleme ve köy kahvaltısı veren yerde durduk. Buraya kadar yol efsafı konusunda söyleyeceğimiz: Kaymak olmasa da 2. sınıf asfalt, zift üzerine mıcır, duble yol. Kimi yerlerde güvenlik şeridi gayet uygun ama bazen de sıfır bitirmişler yolu. Nedenini anlamak zor.


 
 


Çayımızı ısmarlayıp yanımızdaki bisküvileri ve kuruyemişleri de katarak şöyle biraz dinlenip kendimize gelirken, acaba zorlamasak da burada mı gecelesek düşünceleri içinde, buranın sahibesine bunun mümkün olup olamayacağının da olurunu alınca ikileme düştük. Gitsek mi, kalsak mı? Yer de uygundu ama haydi dedik (ki sonra iyi ki demişiz durumlarını gördük) – devam yola. Çay için 1 lira ödeyerek (nedense yol üzerinde çaylara çok para kesiyorlar - öpme durumları) 2 tepe daha çıkarak, Katrancı Koyu'na şöyle bir tepeden bakıp Fethiye düzlüğüne indik.

 


 


Buradan sonrası düzdü ama git git bitmiyordu yol. Sırasıyla Yanıklar, Kargı, Çiftlik, Karagedik derken Fethiye tabelasını görmek bizi uçurdu. Off nihayet gelmiştik. 90 km yol geride kalmıştı. Hemen kahramanlar gibi tabelanın önünde fotomuzu çektirdik. İspatı olsun diye midir nedir. Kim bilir? Hani avcılar öldürdükleri avlarının önünde büyük bir gururla durup resim çektirirler, bu bana çok garip gelir hep. Elinde bir tüfekle bu iş kolay, yiyorsan çıplak çık önüne!!!
 

 

Fethiye’ye giriş uzundu. Çok büyümüş, açıkçası biraz yadırgadık burasını. Trafik bir hızlı akıyordu sormayın. Arabalar vın vın, bir de motosikletler (yoksa mobilet miydi bunlar) sivrisinek gibi vızıldayarak geçiyordu. Sanki kimliği kaybolmuş buranın. Belediye düzeni kuramamış. Dejenere bir yer gibi geldi. Uzun uzun gittik, dümdüz sapmadan. Şehri 2 yönde kesen, sonra bir kavşakta diger 2 yöne devam eden ana cadde.

Sen neler düşündün burayla ilgili Firuzan?

“Güzelim yamaçlara, çevreye hiç uymayan, oldukça nahoş yüksek katlı binalar inşa ediliyordu. Büyük bir şehir kalıbına sokulmaya çalışılıyordu güzelim Fethiye sanki. Üzüldüm.”

Ovacık’a çıkmamız gerekiyordu. Ölüdeniz yoluna sapmalıydık. Levhalar bizi yönlendiriyordu ve sonunda öğrendik ki 7 km’lik bir çıkış vardı önümüzde Ovacık’a gitmek için. Off anam off durumları gene, 380 m’ye çıkmamız gerekiyordu. Haydi dedik, bu kadar yokuşu çıktık bunu mu çıkamayacağız ve vurduk rampaya kendimizi. Ama olmadı, sıkılmıştım artık yoldan ve pes ettim. Dur dedim Firuzan’a başka bir yol bulmalıyız. Hava da kararmıştı. Başladık otostop için el sallamaya. Sonunda bir minibüs durdu, 4’lülerini yaktı ve geri geri gelmeye başladı. Derdimizi anlattık, içinde de müşteri yoktu, şoför de insaflıydı. Ve biz bisikletleri+çantaları da yükleyip bu yokuşu laylaylom çıktık. Bizi inmemiz gereken yerde, caminin yanında bırakarak, bir de sadece ikimizden 5,5 lira alarak bıraktı. Sevap işledi vallahi. Tuttuğu altın olsun adamcağızın.

İndik taktık çantalarımızı ve elimizdeki tarifle koymuş gibi bulduk Ozan&Figen’in evlerini. Işıkları yanıyordu, içeriden sesleri geliyordu. Önce zillerimizi çınlattık ama duymuyorlardı. Kendileriyle meşguldüler. Biz de kapıyı açıp bahçeye girdik ve sürpriz olarak karşılarına çıktık.

Kucaklaşmalar-öpüşmeler durumları. Kaç senedir geleceğim geleceğim dediğim durum şimdiymiş günü meğersem. Ben de çok sevindim Firuzan da. Bize ayrılmış odaya yerleştik, ilk iş banyo tabii ki. Sonra yemek. Figen’in leziz mutfağından çıkanları biz büyük bir iştahla yedik. Hani insan bazen de utanıyor bu iştah karşısında. Nereye sığıyor bu kadar yemek, ye ye ama durmuyor, nereye gidiyor çok merak ediliyor hep. Bacaklara tabii ki. Bedavadan geziyoruz diyoruz ama değil tabii.

Yorgunluğumuz tv karşısında oturmamıza engel oldu ve yatak odasının yolunu tutmamız çok uzun sürmedi. Güzel bir uykuyu hak etmiştik.

Son 7 km’yi minibüsle çıktığımızı saymazsak Dalyan’dan Fethiye’nin içi 91 km tutmuştu. 6 saat 25 dakika pedal basmışız, 14,2 km ortalama hızla. 1784 kalori, 124 yağ harcanmıştı (bunlar tabii benim değerlerim, yaş ve kilo durumları etkili).

Yol: Dalyan > Gökbel > Mergenli (10 km) > Fevziye (33 km) > Dalaman (35,5 km) > Göcek (60 km) > İnlice (69 km) > Kargı > Fethiye (91 km) > Ovacık (98 km)


04.11.09 Çarşamba / Fethiye


Sabah kalktığımızda bambaşka bir havayla karşılaştık. Fırtına, yağmur camlara vuruyordu. Herşey değişmişti, sanki kıyamet kopuyordu dışarıda. Bisikletleri daha güvenli, yağmur almayan bir yere çektik ve evin içinden dışarıdaki atmosferik olayları incelemeye başladık. Karşımızdaki Baba Dağı’nın tepesinde bulutlar birbirleriyle dövüşüyorlardı. Yağmur dinmez bitmez bir şekilde iniyordu. İyi ki dün gecelemek istediğimiz yerde kalmayıp devam etmişiz. Yoksa bu hava da çıkamazdık yola dedik ve kararımızın doğruluğu karşısında gururlandık - sevindik.

Akşam üstüne doğru hava hafiflemeye başladı ve hep beraber arabayla merkeze inip ortaokul arkadaşım Cahit’in mimarlık bürosuna gittik, hasret giderdik çaylar pastalar eşliğinde.

Fethiye’yi gördük, biraz limanda yürüdük, çok güzel bir marinası var, tekneler dizi dizi, uzakta demir atmış bir yolcu gemisi, masal gibi.

Biraz akşam için alışveriş yaptık. Bizimkiler bir nar sıkma makinesi aldılar. Klasik sistem, kollu, manuel ama büfe tipi. Biraz nar+portakal alarak eve döndük. Sonra onları sabah sıktık, müthiş bir karışım. Akşam yemeği sabah kahvaltısı diye diye 4 günümüzü Fethiye’de geçirdik. Ozan&Figen bizi gezdirdiler, biz de bu tembellikten çok memnunduk. Hani günlerdir pedal basıyorduk, şimdi arka koltuğa yayılmış dolaşıyorduk. Bir de ev çok keyifliydi. Hele ertesi günler güneş çıkınca bahçenin keyfine doyamadık. Havuzu, taş bahçesi, çiçekleri ve ağaçları özenle seçilmiş ve döşenmişti. Hele alt köşedeki kaplumbağaları (herkes kedi-köpek beslemiyor) ayrı bir eğlence. Belli ki çok emek verilmiş.




 

Kayaköy, Faralya, Ölüdeniz yaptık. Kelebek vadisini gördük ama kelebekleri göremedik, zamanı değildi. Ama onun yerine bir keçi vardı ki görülmeye değer. Köpek gibi insanın yanına gelen, korkmayan, kendini sevdiren bir keçiydi.

Kayaköy çok eskilere, antik döneme kadar geri giden Karmillassos’un üzerine 14. yy’dan başlayarak kurulmuş bir Rum yerleşimi ve eski adı Levissi’dir. Malumunuz, 1922 yılında burada oturan Rumların nüfus değişimi anlaşması uyarınca gitmeleri ve yerlerine yerleştirilen Batı Trakya’da yaşayan Türklerin de beğenmeyip terk etmeleri sonucu ortada kalmış 800 civarında hanesi olan boş bir köy.
 

Daha sonra bu terk edilmiş köyden çıkıp yaşanan köye inip kahvesinde oturarak adaçayımızı içtik. Yukarıda topladığımız portakallarla oynadık. Mevsim sona erdiğinden her yer kapalı, ortalık son derece sakindi. Köpekler bile bir kenara çekilmiş dinleniyorlardı. Bir de burasını yazın kalabalığında görün diyorlar. Pek de heveslisi değilim doğrusu.
 
 


Ölüdeniz ise kıyılarına kadar uzanan yemyeşil çam ormanları, içinde yeşilin, mavinin ve morun her tonunun görüldüğü ılık denizi ve uzun kumsalıyla bir dünya harikası. Arkasındaki 1975 m yükseklikteki Baba Dağı’ndan yamaç paraşütüyle atlayanlar bu güzel manzarayı havadan seyredebiliyorlar (ne keyiftir kimbilir!).
 



Cuma günü Fethiye’nin köylü pazarıymış. Hemen heveslenip görmek istedik. Büyük bir keyif alıyoruz pazar gezmelerinden. Hele burası da çok güzeldi. Girişte seyyar bir lokanta vardı (nedense adını İngilizce yazmışlar “Turkish Pancake Café” herhalde İncülüzler için). Kadınlar tezgah açmış gözleme vb şeyleri özenle pişirip satıyorlardı. Biz de mısır unundan yapılmış sebzeli peynirli bir gözlemeyi tatmadan geçemedik. Gerçekten iyi bir numaraydı.


 
Sonra pazarın içlerine girip çok şey gördük ve aldık. Haşlamalık yerfıstığı (akşam evde yaptık, ilk defa tattığım bir şey, kestane gibi haşlıyorsun, çok lezzetli), Çintar mantarı bulduk, mor fasulyeler, siyah kuru incirler, tulum peynirleri, uzun fasulyeler, kudret narı ve daha neler neler. Hepsi “ye beni ye” diyorlardı. 
 
 
 

 


Tabii gözümüzden bisikletler de kaçmıyordu. Alışverişte ve taşımacılıkta kullanılanlar. Ulaşımda kullanılanlar. Küçük yerlerin vazgeçilmez aracı her zaman bisiklet. İki tekerleklisi, üç tekerleklisi çeşit çeşit sağda solda.
 
 

Fethiye’nin kordonunda dolanırken gördüğümüz ve oranın maskotu haline gelmiş pelikanlar hiçbir yabancılık çekmeden insanların arasında dolaşıyorlardı. Oturup temizliklerini yapıyorlar ve geleni geçeni merakla izliyorlardı.

“Meğer bizimkiler maceraya pek düşkünmüş. Kalkan Haber onlardan Kaçak Pelikanlar diye söz etmiş. Biri dişi bu iki kafadar, Kaşlı bir turizmciye arkadaşları tarafından hediye edilmiş. O da iki yıl önce onları Kaş'ta limanda özgür bırakmış. Birine bir hayvan hediye ederken ikibinküsur kere düşünmekte fayda var derim ben. Neyse, maskot haline gelen çiftimiz bir süre sonra birden ortalıktan kayboluvermiş. Yunan adası Meis'i mesken tuttukları anlaşılmış. Ancak bizimkiler yerlerinde duramıyorlar ki... Oradan da hooop Fethiye Limanı'na. O kadar sevilip sahiplenilmişler ki orada, limandaki işletmelerden bir tanesi pelikan kelimesini ekleyip kafesinin ismini bile değiştirmiş. Pelikan Bey ve refikası acaba bir sonraki yolculuklarıında nereyi tercih edecekler :)) Ne dersiniz?”

Çevresi çok zengin bu bölgenin. Karadan gidebileceginiz yerler dışında denizden ulaşabileceğiniz de bir hayli yer var. 12 adalara bot turları düzenlemişler. Dağlarda bayırlarda yürüyüş yolları var, meşhur Likya Yolu. Ozan&Figen her pazar bu turlara katılıp dağları tırmanarak muhteşem yerler ve manzaralar görüyorlarmış. Şehir içindeki kaya mezarları MÖ 4. yy’a geri gider ve Likya dönemine aittir.



Bir akşam Cahit de yemeğe geldi ve uzun uzun sohbet etme fırsatı bulduk. Epey olmuştu böyle konuşmayalı. Bölgenin yapılaşma sorunları, politik durumu ve etkisi üzerine çok şeyler dinledik. Her zamanki gibi kaygı verici durumlar. Cahit epeydir burada, sanırım 15 yılı bir hayli geçti. Mimarlık yapıyor ve aynı zamanda Fethiye Mimarlar Odası başkanlığını da yürutüyor. Kemal de katılacaktı yemeğe ama olamadı. Toplantısı varmış.

Bu güzel günler tabii çabuk geçti ve sonunda gitme vakti geldi. Cumartesi akşamına (07.11.09) aldığımız bileti kullanmak üzere misafirperver arkadaşlarımıza veda edip (tekrar bu güzel günlere teşekkür ederiz, herşey mükemmeldi) otogarın yolunu tuttuk. Otobüse binmeden önce sebze halinden biraz peynir almak istedik. 4 kapısı vardı sanırım, bir tanesinden girip bir gün öncesinde uğradığımız peynirciden İzmir Tulumu aldık, yolluk olsun diye.


Yolumuzun üzerinde elektrikli bisikletle ilgili bir ilan çok hoşumuza gitti ve afişin resmini çekmeden geçemedik. Sanırım bu iş tutacağa benzer. Hele de benzin fiyatları bu şekilde yükselirse!

Nedense bisiklet lafı geçti mi kulaklarımız kabarıyor. Nereden bisikletli geçiyor, nerede bisiklet duruyor insanın gözü sanki ararmışcasına buluyor.

Gitmeden önce Kemal’le de otogarda buluşup (o da benim ortaokuldan arkadaşım, aynen Cahit gibi aynı sınıftan, artık Fethiye’li oldu), onunla da kısa da olsa sohbet edip hasret giderdik. Kamil Koç’un muavininin bu bisikletler nereye girecek, bagaj gelirse indiririm tehditlerini de aşarak İstanbul dönüş yolculuğuna geçtik (17:00). Yarı uyku yarı uyanıklık içinde İstanbul Esenler’e Pazar sabahı vardık. Gene metroyla Aksaray’a oradan da pedalla Nişantaşı’na döndük.

Eve girdiğimizde,18 gün önce Muğla'dan başlayan Akyaka, Bodrum, Datca, Marmaris, Serçe, Dalyan ve Fethiye'de son bulan 650 km yolu tamamlamanın keyfiyle, yeni dostlar tanımak, eskileriyle hasret gidermek ve de en önemlisi birlikte birşeyler yapmış olmanın mutluluğuyla bir sonraki gezinin hayallerini kurmaya başladık bile.
Yol: Muğla > Akyaka > Ören > Bodrum > Datça Aktur > Marmaris > Hisarönü > Serçe > Marmaris > Dalyan > Fethiye

Gezinin başlangıçı burada (Muğla)