25 Ağustos 2008

Trakya, Fikret Albay'la

Telefonum çaldı ve hattın ucunda Fikret Albay vardı. Heyecanla telefonu açtım ve uzun zamandır beklediğim haberi aldım: “Pazartesi yola çıkıyorum” dedi Fikret Albay, “Gelmek istersen hazırlan”. Havalara uçtum, nihayet Albay’la bir tura katılma fırsatını bulmuştum. Çünkü Fikret Albay’ın genelde tek dolaştığını, yanına kimseyi almadığını biliyordum. Ama bu sefer durum farklıydı. Nasıl bir yol izleyeceğiz, çadırlı mı, kaç gün, neler almalıyım gibi bir yığın sorunun cevabını aldıktan sonra hazırlığıma başladım. Şehir dışına bir kere çıkmıştım, İznik’e. O da iki günlüktü. Bu sefer beş gün benim için yeni birşeydi. Hem kendi kondüsyonumu hem de bisikletiminkini ölçebilecektim.

Kimler var başka diye sordum ertesi gün: Bülent Yamaner, Dursun Ali (Balcı), Sarkis Ardıç, toplam 5 kişiydik. Dursun Ali dışındakileri tanıyordum, hemen telefon ve e-posta trafiği başladı. Buluşma yeri ve saati öğrenildi ve Pazartesi’nin gelmesi heyecanla beklendi.


1. gün: Pazartesi, 18 Ağustos 2008 / İstanbul > Çatalca

Sabah 8:15’de Sarkis’le Osmanbey Atatürk Evinin önüde buluştuk. 9 ‘da Kağıthane Tatlıses benzincisinde Fikret Alb. ve Bülent’le buluşucaktık.. Oraya varmamız 25 dk. ancak sürdü, erken gelmiştik. Oturduk Tatlıses’in önündeki sandalyelere ve bekledik. 9’u az gece telefonum çaldı, Fikret Alb. gelmiş, ayrı köşelerde beklediğimizden görülememiştik - buluştuk. Bir hayli gecikmeyle Bülent geldi, yoldaki trafik sıkışıklığından bisiklet bile zorlanmış,. Fazla oyalanmadan yola koyulduk. İlk durak Kemerburgaz’dı. Orada bizi hem Dursun Ali bekliyordu, hem de kahvaltı için böreklerimiz. K.hane’den Hasdal’a çıkıp otoyoldan, ki müthiş bir yolla (beton asfalt) K.burgaz’a vardık (11:00). Yolun kenarındaki geniş güvenlik şeridi bisiklet için çok rahat bir ulaşım sağlıyordu. K.burgaz’daki kahveye yerleştik ve hemen önündeki seyyar satıcıdan böreklerimizi ısmarladık. Birimiz de hemen yakındaki pazardan domates, hıyar ve biber alarak kahvaltı soframızı zenginleştirdi. Sohbet tabiiki bisiklet üzerineydi. Fikret Alb. yılların tecrübesini bizimle paylaşıyor, Dursun Ali ise bal ile ilgili bilgilerini aktarıyor ve zaman zaman bisikletle ilgili yaşadığı olumsuzlukları aktarıyordu. Bunları dinlerken kızmamak elde de değil. Yani bisikletliye bazen insanımız ne de garip ve tuhaf yaklaşımlar içinde bulunuyor.


Önümüzde uzun bir yol vardı ve fazladan zaman bile kaybetmiştik. Hava da ısınmaya başlamıştı bile. Bu nedenle, yola gecikmeden koyulalım dedik.

Göktürk köyünü de geçip, tekrar -yeni yapılan, Hasdal üzerinden gelen- yola çıktık. Bu yol Saray’a kadar, oradan da ileriye gidecekmiş (oh ne keyif). Ama şu an sadece Işıklar’a kadar gidiyor. Odayeri sapağına geldiğimizde yol bitmişti. Gerçi tek yön olarak biraz daha devam ediyordu, ama biz otoyoldan ayrılıp yan yolda devam ettik (sola, Kırklareli yönüne), Işıklar’da kahvede mola verdik (12:40). Burada öğrendik ki devam eden tek yoldan biraz daha bisikletle gidebilirmişiz (ama araçlara kapalıymış). Köylülerle başlayan sohbet, Fikret Alb.’ın anlattıklarıyla birleşince zaman hızla geçti ve kalkma vakti gelip çattı.

Karaburun’a gidilecekti ama yoldaki ağır vasıtalar (ilerideki çukura moloz taşıyan damperli kamyonlar) bisikletle gidişi pek bir sevimsizleştiriyorlardı, zaman da geç olduğundan Karaburun’a inip sonra tekrar geri dönmek yerine direkt Çatalca’ya gitmenin daha doğru olduğunu söyledi Fikret Alb. Ancak tek günlük bir yolculuk için bize katılmış olan Dursun Ali ve Sarkis, Karaburun’a gidip orada geceleyip ertesi gün İstanbul’a dönmek istediler.

Işıklar’dan sonra İhsaniye’den sola dönüp Bolluca (14:00) üzerinden (burada caminin altındaki kahvede mola verdik. Çaycının yaptığı limonatadan 3’er 4’er bardak içtik. Şeker ihtiyacımız herhalde fazlaydı) Arnavutköy’e vardık (14:55). Dursun Ali ve Sarkis burada bizden ayrıldılar ve Tayakadın üzerinden Durusu’yu geçerek Karaburun’a doğru yola çıktılar (sonra öğrendik ki, çok keyifliymiş orası da. Biz de bir sonraki fırsatta 2 günlük Karaburun yapmaya karar verdik).

Arnavutköy kalabalık, trafiği olan, kamyonların çok olduğu bir yerdi. Arkadaşlardan ayrıldıktan sonra fazla oyalanmadan burayı terk ettik ve Haraccı üzerinden Sazlıbosna’ya vardık (15:40).
Açıkmıştık ve burada yemeğe karar verdik. Bir köftecide Bülent ve Fikret Alb. kavurma ve yoğurt, bense pilav ve yoğurt yedim. Yoğurt, manda yoğurduydu ve müthiş bir lezzetti. Daha sonra, yolumuzda başka yerlerde de bu müthiş lezzeti tattık. Burada Albay’ın tanıdığı bir bahriye askeri olan arkadaşı Zekeriya Bey (diğer adı Şükran) ile yeşil bir bahçe içinde çayımızı (tarcın ve elma) içtik ve hatıra resimleri çektirdik.

Sazlıbosna 350 hanelik, yaklaşık 1500 kişilik bir köydü. Burası 1912-13 Balkan Harbi’nde Bulgar’lara karşı direnmiş Kırım Tatarları’nın yerleştiği sessiz, temiz havası ve sükuneti ile güzel bir yerleşim.

Sazlıbosna’da karnımızı doyurup, hatta biraz şişirip Hadımköy’e doğru yola çıktık. Önce güzel bir inişten sonra, barajın üzerinden geçtikten sonra, önümüze güzel de bir çıkış geldi. Vallahi terleye terleye yokuşun tepesine vardık. Neyse ki yolun kenarı çok dar değildi de, araçlarla fazla yakınlaşmak zorunda kalmadık.

Hadımköy’den ayrılırken dikkatlı olmak gerekiyor ki, Nakkaş sapağını kaçırmayasın. Burada yolumuz, zaman zaman elektrik tellerinin altından geçti. Teller, akıttıkları elektrikten dolayı ses çıkarıyorlardı, adeta elektriğin akışını sürekli üzerimizde hissettik. Fakat yol çok keyifliydi.

18:15 ‘de Nakkaş’dan geçerek 19:05’de İzzettin (bir Tatar köyü) üzerinden gece 20:00’de Çatalca’ya vardık..

Kendimizi hiç zorlamadık ve zor gelen yokuşlarda yürüdük, geride kalanımızı bekledik ve ortalama 13-13,4 km hızla seyrettik.

Yoldan Fikret Alb. Öğretmen Evi’ni (0212-789 2189) aramış ve 3 kişilik yer ayırtmıştı. Bu rahatlıkla Öğretmen Evi’ne yerleştik. Yıkandık, tazelendik ve birşeyler yemek için çarşıya indik. Yemekten ziyade susamıştık ve herbirimiz 1 lt’lik üzüm suyunu bir dikişte içti. Bulduğumuz bir lokantada da karnımızı doyurduk ve dinlenmek için odamıza çekildik. Ertesi gün Saray’a devam edecektik.

Çatalca hakkında daha fazla bilgi için:

Ev (Nişantaş) > Kemerburgaz 23. km (1:46:35 süre bisikletin üzerinde) > Işıklar 35.km (2:38:04) 13,3 km Avs > Bolluca 44.km (3:18:49) 13,4 km Avs > Arnavutköy 49.km > Sazlıbosna 59.km (4:19:27) > Nakkaş 71.km (5:20:50) 13.2 km Avs > İzzettin 76.km > Çatalca 83.km (6:18:69) 13 km Avs - 62,8 km Mxs – 1537 Cal - 87,47 Fat


2. gün: Salı, 19 Ağustos 2008 / Çatalca > Saray

Sabah, yorgunluğumuzdan dolayı ancak 8’i geçe kalktık. Eşyalar toplandı, traşlar olundu. Ben kahvaltılık almak için çarşıya gittim. Simit, Ezine peyniri, hıyar, domates, biber, zeytin alarak geldim. Öğretmenevinin bahçesinde, temiz havada soframızı kurduk ve çaylarla birlikte kahvaltımızı ettik. Her fırsatta Fikret Alb.’ı konuşturuyor, anılarını ve maceralarını hayranlıkla dinliyordum. Bülent de epey yol yapmış ve bilgi sahibiydi. Her iksinden de çok faydalı bilgiler edindim yol boyunca.

Saat 10’u gece Çatalca’dan ayrıldık. Kaleiçi’nden geçip İnceğiz (11:00) üzerinden…

…Kabakca’da (12:15) mola verdik. Yollar artık “süper”di. Doğanın içinde, bisikletle dolaşmak kadar güzel birşey yok herhalde. Ancak Kabakca girişinde, biraz şaşkınlık içinde kamyonların arasında kaldık. Toz duman yuttuk, ancak fazla uzun sürmedi, Allahtan. Orada, bir çay bahçesinde diyemeyecem, sarmaşıkların üzerini kapattığı, adeta bir mağaraya dönüştürdüğü bir küçük alanda, 2 kg üzümü oracıkta miğdemize indirdik. Bu enerjiyle İhsaniye yoluna çıktık.

İhsaniye’yi geçince Gümüşpınar’a doğru bizi yan ve karşı rüzgarlar karşıladı. Öyle sert esiyorlardı ki yediğimiz üzümün enerjisini orada harcayıverdik. Yolda dikkatimizi çeken 2 şey oldu, etrafta kuduz salgını uyarı levhaları (ilerki günlerde gene karşımıza çıktı)…

…ve yol kenarlarındaki naylon torbalar ve molozlar (çevre kirliliği).

Bu kadar güzel bir coğrafyada dolaşırken bu iki olumsuzluk bizi çok üzdü ve düşündürdü.
Gümüşpınar’daki (14:30) su dolum tesisinde mataralarımızı bal gibi tatlı bir suyla doldurktan sonra…

…Yaylacık, Aydınlar üzerinden, eski İstanbul-Kırklareli yolundan Binkılıç beldesine (16:20) vardık.

Bol rüzgarlı bu yolda hiç terlemedik, adeta klimalı rotamızda inerek-çıkarak ilerledik, bu düzgün asfaltın üzerinde. Trafik yoğunluğu çok azdı. Sağımız solumuz meşe palamudu ormanı ve ayçiçeği tarlalarıydı.

Binkılıç adını, yakınındaki kalenin bin kılıçlı yiğitler grubu tarafından savunulmasından aldığını öğrendik.

Yemeğimizi çıkıştaki Çiçek Et Lokantası’nda (0212-779 3029) yedik.

Gene manda yoğurdu (sırf bu yoğurt için gidilir), zeytinyağlı biber dolması ve domates soslu patlıcan kızartması bizi Safaalan üzerinden Saray’a (19:00) kadar götürdü (artık Tekirdağ ilindeydik).

Girişte bir kahvede, telefon molası verdiğimizde Fikret Alb.’ın tanıdıkları çıktı. Saray’a 5 km uzakta olan Çayla köyünden Mümin Bey albayı hemen hatırladı, hatta bisikletindeki bayrağın eksikliğini bile fark etti. Anlaşılan Trakya’ya gitmeyeli çok olmuş ki hasret giderdiler. Anılar tazelendi.

Saray’da Fikret Alb. Orduevi’ne yerleşti, bizse Bülent’le Saray Otel’e (0282-768 1683) yerleştik. Badana yapılan otelde, bisikletlerimize kazan dairesinde yer bulduk (sıcaklıktan etkilenirler mi endişesiyle) ve tazelenip çarşıya çıktık. Otogarda yemeğimizi yedik (8,-YTL, genelde gezi boyunca ortalama bu fiyata çıktık). Şehri biraz dolaştık ve dikkatimizi çeken şu oldu ki, etrafta kapalı kadına hiç rastlamadık. Trakya genelde tümüyle daha medeni bir görünüm verdi hep. Bu da mutluluk vericiydi.

Otel küçük, ucuz (20,-YTL kişi başı) ve temizdi. TV’si ve sıcak suyu vardı. Konfor yoktu ama rahattı. Yeri PTT’nin hemen yanında.

Odam çatı katında olduğundan biraz sıcaktı, ben de pencereleri açık bıraktım. Sivri sineğe karşı da spreyi sıkınca, rahat bir uykuyla yarınki Lüleburgaz yolu için dinlenmeye geçtim.

Saray hakkında daha fazla bilgi için:
http://tr.wikipedia.org/wiki/Saray,_Tekirdag


Çatalca > İnceğiz 9.km (39 dk bisiklet üzerinde geçen süre) > Kabakça 15.km ( 1:11:00) > İhsaniye 19.km > Gümüşpınar 31.km > Binkılıç 47.km (3:57:10) > Saray 70.km (5:23:26) 13 km Avs – 61 km Mxs – 1332 Cal – 81.16 Fat


3. gün: Çarşamba, 20 Ağustos 2008 / Saray > Lüleburgaz

Sabah biraz daha fazla uyundu, yorgunluktan olsa. Bülent beni uyararak, telefonla aşağıya çağırdı. Fikret Alb.’ı da ordueviden çağırınca, Saray’in büyük bahçeli çay bahçesinde börek ve kalan malzemeyle kahvaltımızı yapıp, fazla oyalanmadan (10:00) yola koyulduk. Çakılı (10:55) üzerinden Vize’ye (12:15) vardık. Burada benzincide, zincirimizi Bülent’in tavsiyesiyle 20/50 numarayla yağladık. Ben önce itiraz ettimse de, sonra kabul etmiş olmanın ne kadar doğru olduğunu anladım. Kurumuş zincirimiz yağ gibi kaymaya başladı. Öğretmen lokalinin bakçesinde içtiğimiz çay sırasında, yan masada oturan bir bey bize, Pazarlı’da Alabalık tesisini önerdi, yemek için.

Bu fikirle terkar yolumuza koyulduk ve Pazarlı’ya 13:50 gibi vardık. Ancak levhayı gördük, ama altındaki alabalık kısmına dikkat etmeyince, tesisi geçtik. Bunu fark edip yol kenarındaki karpuzculara sorduğumuzda, geride kaldığını öğrenip, çıktığımız yokuşu geri döndük ve tesise girdik. Söğüt ağaçlarının altında, dere kenarında, püfür püfür esen bir yerdi.

Etrafta ördekler, tavuklar ve horozlar dolaşıyordu.

Fikret Alb. ve Bülent birer alabalık aldılar, yanında çoban ve salata. Bense ısırganotu çorbası (müthiş bir lezzetti, tavsiye olunur), salata ve yoğurt yedim.

Ardından çaylarımızı içtik ve Doğa Restaurant’dan (0288-318 3082) ayrıldık.

Yemekler gene 8 lira civarında tuttu. Alabalığın porsiyonu 6 liraydı. Burası Pazarlı’ya girerken sağ kolda, az içeriye girilen bir konumda. Belki çadır kurmak bile mümkündür, sormadık gerçi. İçkisiz olduğunu heryere defalarca yazmış. Herhalde fazla talep var içkiye bu yörelerde.

Önümüzde Poyralı yolu vardı. Biraz olsun amele yanığından kurtulmak için üstümüzü çıkardık.

Yaklaşık 10 km’lik bu yolda, sağ sol gene ayçiçeğiyle doluydu. Kurumuşlar ve biçilmeyi bekliyorlardı. Burada daha çok yağı için ekiliyormuş. Başka bir gün, bunların nasıl biçer döverle toplandığına şahit olduk. Koskoca bir makine, tarlada bir o yana bir bu yana dolaşıyor ve ayçiçeklerini kafalarından koparıp, işini halledip tozunu arkadan atıyordu. Yani, insan gücüyle yapsan günler sürecek iş, dakikasında oluyordu.
Poyralı’da (16:40) bizi Albay’ın eski dostu Muzaffer Hoca (emekli öğretmen) bekliyordu. Kıraathanede buluşup sohbet ettikten sonra, asmaları incelemek ve bahçesindeki sebzeleri görmek için evine gittik.

Üzümler tam olmamıştı ama tadına bakmamıza da engel değildi. 2-3 hafta sonra oralara giden olursa bolca üzüm yiyebilir. Hele bir daldan çıkan, kocaman bal kabakları çok ilginçti. Bakçenin öylesine ücra köşesine doğru uzamış ki dal, şaşılacak durumda. Hurdaların arasında kocaman bir kabak, ama bayağı büyük birşey.

Poyralı küçük bir köy, 170 haneleri varmış. Burada da bir meşhur köfteci varmış. Hatta iki tane varmış, birisi kasap, et satan, diğeri pişiren. Köyün çıkışında hemen tezgahı var (pişiren). Albay çok methetti. Gerçi Vize’deki bey biraz fazla yağlı olduğunu söylediyse de meraklısı deneyebilir.

Poyralı’nin çıkışında hemencecik sola, Tozaklı sapağından giriverdik (dikkat kolayca kaçabilir) ve bizi gezinin en güzel yolu karşıladı. Dümdüz, arkadan esen rüzgarla pedal basmadan, sanki arkamızdan birisi itiyormuşçasına yol aldık. Günün de en güzel saati başlamıştı, hava serinlemiş, güneşin rengi kızıllaşmıştı. Tozaklı, ardından Ertuğrul, ardından Karaağaç derken puf diye yüksek bir ses geldi sessizliğin içinden. Eyvah Albay’ın iki senedir patlamayan, çok methettiği Bontrager lastiği patlayıvermişti. Adeta nazar değdi. Hem de içinde, patlak önleyici sıvı da vardı. Orada bir kahveye tezgah açtık. Bülent el çabukluğuyla lastiği çıkardı ve patlağı tesbit etti. Sebep Saray’da lastiğe basılan fazla havaydı. Jant telleri lastiği çimdiklemişlerdi. Buna patlak önleyici de engel olamamıştı. Köylülerin şaşkın bakışları arasında, bu nasıl lastik böyle, içinden hava yerine yeşil bir sıvı akıyordu, Albay’ın yedek lastiği bir türlü bulamamasıyla kalakaldık. O göze bakıyor, bu gözü boşaltıyor ama bir türlü yedeği bulamıyordu. Baktık ki olacak gibi değil, bütün gün çantaların içinden geçilecek gibi bir duruma son vermek için, benim yedeği takıp yolumuza devam ettik (sonra Lüleburgaz’da Albay yedeği buldu ve değiştirdik). 68. km geldiğimizde Turgutbey’deydik ve 8 km sonra da Lüleburgaz (19:45).

Bizi Rahman kardeşimiz karşıladı, yanında arkadaşı Serkan’la. Otelimizi ayarlamış, neredeyse ihtiyaç duyduğumuz herşeyi hazır etmişlerdi. Bize Kırklareli’ye gideceğimiz yolun krokisini, orada bulacağımız arkadaşın telefonunu verdiler, zamanları olsaydı bizimle pedal bile basacaklardı, ama ikiside çalışan insanlardı ve bizim gibi haftanın ortasında boş vakitleri yoktu. Ama gelecek sefer için önceden konuşup, Lüleburgaz çevresini birlikte turlamak üzere anlaştık. Rahman’a ve Serkan’a buradan, bize gösterdigi ilgi için tekrar teşekkür etmek isterim.

Fikret Alb. tabii gene Orduevine yerleşti, hatta cok beğendiğini ve dinlenmek için uygun oldugundan 2 gün kalacağını söyledi. Bundan sonra, Bülent’le ikimiz devam ettik Kırklareli ve Edirne’ye. Otelimiz 2 kişi 45 lira olan Otel Sürücü’ydü (0288-417 1951 / tek kişi 30,- banyolu, banyosuz 15,-). Merkezde, temiz bir otel. O tarihte Lüleburgaz’da Tarım Fuarı’nın olması nedeniyle doluydu, indirim bile yaptıramadık. Bisikletleri lobiye koyduk, tazelendik, bisiklet giysilerimizi değiştirip cicilerimizi giyip :)), Lüleburgaz’ın piyasa caddesinde yürüşe çıktık. Yemeğimizi yediğimiz, Cumhuriyet caddesi üzerindeki Evren Et Lokantası’nda (0288-412 9945) Türkiye-Şili maçını izledik. Kapatıyoruz demeselerdi halen kalacaktık. Bülent’le sohbetimiz hiç bitmedi gezi boyunca. Lokantadan nazikce çıkarılınca, tekrar piyasa caddesine döndük.

Kağıt helva arasında dondurmamızla, cadde boyunca yürüdük. Orduevini görünce Albay’a hak verdik, böyle yerde kalma imkanı bizde de olsaydı (hem ucuz, hem rahat-daha ne olsun ki), biz de iki gün yatardık vallahi. Ancak cadde hemencecik bitiverdi. Daha dondurmamızı bile bitirememiştik. Karşı kaldırıma geçip geri yürüdük. Yolda büyük bir parkın içinde bir ekranda, Aliye Rona ve Fikret Hakan’in oynadığı, Yıllanların Öcü (gibi bir adı vardı) filmini, perde arkasından biraz izledik. Siyah beyaz bu filme Lüleburgaz’lılar bayağı ilgiliydiler.

Dolanıp durduk, sonunda uykumuzun geldiğini fark edip odamıza çekilip derin bir uykuya daldık. Ertesi gün Kırklareli’ne gidilecekti.

Lüleburgaz hakkında daha fazla bilgi için:

Saray > Çakılı 10.km (44 dk. süre bisiklet üzerinde) > Vize 20.km (1:21:39) > Pazarlı 30.km (2:11:29) > Poyralı 41.km (3:04:34) > Turgutbey 68.km > Lüleburgaz 76.km (4:45:03) 15.9 km Avs – 60.3 km Mxs – 1530 Cal – 123.64 Fat


4. gün: Perşembe, 21 Ağustos 2008 / Lüleburgaz > Kırklareli

Sabah dinlenmiş olarak yataklarımızdan kalktık. Traşımızı olup, eşyalarımızı da topladıktan sonra, kahvaltımızı edip Fikret Alb.’la buluşmak üzere tekrar otelin önüne geldik. Albayın lastiğini tamir ettirmek üzere, Lüleburgaz’in Bianchi servisine gittik.

Güven Bisiklet (0288-417 2909) – Hakan Kayum, albayın lastiğini söküp, janta elektrik bandı sarıp, yeni bir iç lastik taktıktan sonra, aceleyle İstanbul otobüsüne yetişmek üzere, şakayla karışık bizi kapı dışarı etti (Pınarhisar’da da babası bisikletçiymiş. Lazım olursa diye bize adını verdi: bisikletçi Ahmet). Biz de albaydan vedalaşıp 10:40’da Lüleburgaz’dan ayrıldık. Kırklareli’ne giden iki yol vardı. Birisi Pınarhisar yoluna çıkmak, diğeri ise köylerden Hamitabat üzerinden gitmekti. Tabii ki ikinciyi seçtik ve çıkıştaki askeriyenin kenarından (bu sapağı da kaçırdık ve ihtiyaç molası için benzinciye girmeseydik herhalde epey daha uzaklaşmış olacaktık) sola, Hamitabat’a doğru yöneldik. Biraz gittikten sonra bizi iki tane kocaman, termik santralin bacaları karşıladı.

Burası Trakya’nin doğalgazının elektriğe çevrildiği dev santraldı. Bacaların etrafından dolanıp, Tatarköy’un kenarından geçip Hamitabat’a vardık (12:15). Yol pek keyifli bir durumda değil burada, asfalt erimiş ve çökmüş olduğundan, tıkır tıkır zıplayarak ilerleniyor. Zaman zaman da lastikler, asfaltın erimiş yüzeyine yapışıyordu. Hamitabat’ta mataramızı doldurup, yönümüzü Çeşmekolu’na doğru çevirdik. Vardığımızda, köykahvesinde bir mola verelim dedik. Bu bizim albaysız ilk molamızdı. İtiraf edeyim ki hiç bir itibarımız olmadı. Son derece sıradan 2 bisikletçiydik gözlerinde. Halbuki albayla olduğumuzda, çok daha fazla ilgi çekiyorduk. Herhalde albayın yaşından olsa (bu yaşdaki birinin bisiklete binmesi herkesi çok şaşırtıyordu. Bir de tanıdıkları onu hep karşılıyorlardı). Kahveye yerleştik ve soğuk birşeyler istedik. Ne duyalım, kahvenin buzdolabı bozuktu ve soğuk birşeyler yoktu. Hoppala dedik ve mecburen sıcak içtik. Çay da pek hoş değildi ki, Bülent bitiremedi bile. Sonraki köyde serinlemek üzere, fazla beklemeden ayrıldık.

Burada yol ikiye ayrılıyordu. Sağdan gidilse Pınarhisar yoluna çıkılıp Kızılcıkdere üzerinden Kırklareli’ne varılıyordu. Bu yol daha düz ve 5-6 km daha kısa olduğu söylendi. Ancak ana yola çıkılınca, ağır trafikle karşılaşılıyormuş. Sola saparsan, yol az da olsa inişli - çıkışlıymıs. Biz sola saptık. Yol boyunca karpuz bostanları ve bal kabakları arasından geçerek 8 km sonra Erikleryurdu’na geldik (13:30). Kahveye yerleşirken, köylüyle tüccar arasında karpuz üzerine bir tartışmanın ortasında bulduk kendimizi. Anlaşılan, uyanık tüccar gene köylüyü oyuna getirmeye çalışıyordu. Neyse fazla uzamadı tartışma ve bizim lafımız üzerine önümüze tepsi içinde kocaman kesilmiş bir karpuz geldi.

Vallahi Bülent’le ikimiz koca karpuzu anında miğdeye indirdik. Nasıl lezzetliydi anlatamam (bizi Kırklareli’ne kadar götürdü). Bölge kumsal olduğundan, karpuzu da tat yaparmış, dedi yanımızdaki yaşlı amca. Haksız da değildi. İstanbul’da Erikleryurdu Karpuzu olarak satılıyormuş. Bundan böyle soracam bu karpuzu burada. Köylüler bize hem karpuz ısmarladılar, hem de içtiğimiz sodayı. İnsanımız iste böyle de eli bol olabiliyor.

Köyden ayrılıp, mısır ve bostanların arasından geçerek Kavaklı’ya çıktık (yeni açılmış Kırklareli Üniversitesi binasının yanından geçerek). Burası Babaeski’den gelen otoyoldu ve müthiş bir asfalttı. Sandık ki TEM yolundayız. 3 m’lik bir güvenlik şeridi, kaymak asfalt ile 8 km’lik Kırklareli yolunu karşıdan esen kuvvetli rüzgar nedeniyle bir türlü bitiremedik. Yani buraya kadar laylaylom gelmiştik, ama artık pedala kuvvetli basmak zorundaydık. 

Benzincide verdiğimiz kısa moladan sonra, Kırklareli’ne girdik (17:00). Burası gördüğümüz en büyük yerdi. Sonuçta bir ildi ve vilayet binası, jandarma binası, belediyesiyle bir büyük Trakya kentiydi. Herhalde Edirne’den sonra, yoksa Tekirdağ mı daha büyüktür?

Vilayetin karşısındaki parkdaki çay bahçesine yerleştik. Sodamızı, limonatamızı ısmarladık. Ayakkabılarımızı çıkartıp ayaklarımızı serinlettik. Bülent daha önce Bisikletliler Derneği başkanı Murat Suyabatmaz’dan aldığı telefon numarasından Koraltan Bey’i aradı ve bulunduğumuz yeri söyledi. Yarım saat sonra Altan Bey (kısaca bu ismi kullanıyor) bisikletiyle gelip bizi buldu. Hemencecik dost olduk ve Kırklareli’nin, İstanbul’un bisiklet sorunlarını, gezilerini, konularını konuşarak kaynaştık. Bize bölgeyle ilgili bilgiler aktardı. Kendisi, Kırklareli’nde bisiklete yıllarca gönül vermiş bir bisikletçi. Bu sporun, insanı nasıl genç tuttuğuna bir kere daha tanık oldum (Tekirdağ’ına denize gidip döndüğünü anlatınca –bir günde 260 km- dondum kaldım). Yaşı bizden büyük ama bizden genç duran Altan Bey emekli öğretmen. Bağlarından topladığı üzümlerinden şıra imal ettiğini söyledi (tatmayı çok isterim). Bölgeyi avucunun içi gibi biliyor ve gelecek sefer önceden hazırlıklı olarak Kırklareli’ni 3-4 günlük bir programla gezebileceğimizi önerdi. Bu fikir çok hoşumuza gitti ve İstanbul’dan otobüsle direkt gidip orada ve civarında pedal basmanın güzel olacağına karar verdik. Gelmek isteyen şimdiden adını yazdırabilir.

Neyse, bizi alıp öğretmenevine yerleştirdi (kişi başı 20 lira, o.k) ve ayrıldı. Akşam işi olduğundan görüşemeyecektik.

Duşumuzu alıp çarşıya indik. Yemek yedik (Bülent köfte köfte diye tutturdu) ve gene çay bahçesine yerleştik. Biraz etrafı inceledik ve bu bölgede bisikletin çok kullanıldığını fark ettik. Düz ayak olması nedeniyle bisiklete çok uygundu. Sonra yorgunluk bastırdı ve öğr.evine döndük ve yattık. Ertesi gün Edirne’ye gideceğiz.

Unutmadan ilave edeyim, Tatsan’dan helva (cevizli yaz helvası) aldık. Bizi seven satıcı, bir de cevizli sucuk ısmarladı. Her ikisini de afiyetle yedik. Tatsan, Cumhuriyet meydanında, Arasta’nin karşısında. Tavsiye ederim.

Kırklareli hakkında daha fazla bilgi için:
http://tr.wikipedia.org/w/index.php?title=Özel%3ASearch&search=Kırklareli&ns0=1&fulltext=Ara

Lüleburgaz > Hamitabat 20.km > Çeşmekolu 23,5.km (1:46:49 süre bisikletin üzerinde) > Erikleryurdu 31.km (2:18:52) > Kırklareli 55.km (4:14:17) 13 km Avs – 53.6 km Mxs – 1007 Cal – 50.39 Fat


5. gün: Cuma, 22 Ağustos 2008 / Kırklareli > Edirne

Sabah öğr. evinde kahvaltımıza son 15 dk. içinde yetiştik. Biz kahvaltının da verildiğini bilmiyorduk ve oyanlandık odada. Sonra bir tesadüf sonucu öğrendiğimizde, bu fırsatı kaçırmamak için hızla kahvaltı salonunda yerimizi aldık. Gerçi kuş besler gibi bir kahvaltıydı ama (hani bir tabakta ince kesilmiş birkaç dilim domates ve peynir ile 5 ad. zeytin ve küçük bir reçel ile tereyağ cinsinden), beni kesmedi ve gidip börekçide su böreği ile tamamladım üstünü.

Müze müze diye tutturdum Bülent’e. Aman ne yapacan falan dediyse de, beni kırmadı ve geldi. Tam müzenin kapısında bizi Altan Bey buldu. Sabah erken kalkıp bizi uğurlamaya gelmişti. Müze iki katlıydı. Giriş katındaki Tabiat Müzesi’nde bölgede yaşayan canlıların (kuş, tilki vb) içlerini tıkayıp sergilemişlerdi. Hani bir zamanlar canlı olan birşeyi, öyle doldurulmuş olarak önünüzde görmek bana pek hoş gelmese de, sesimi fazla çıkartmak istemedim. Ama üst kat çok güzeldi (Arkeoloji ve Etnografya bölümleri). Tarih öncesi çağlardan kalma toprak ve metal objelerin yanı sıra, Kurtuluş Savaşı’na ve Cumhuriyet’in ilk yıllarına ait kıyafetler ilgi çekiciydi. Müzede bize, arkeolog bir hanım tarafından açıklayıcı bilgiler verildikten sonra, Aşağı Pınar mahallesindeki kazı yerine doğru yola çıktık Altan Bey’le.

Burası M.Ö. 6500 yılına kadar geri giden ve Avrupa’nın ilk yerleşik yaşamının sürdürüldüğü bölgeymiş - yerleşkeymiş.

Avrupa’da insanların mağarada yaşadıkları bir dönemde burada köyler kurulmuş.
O günleri anımsatan yerleşim düzenine ilişkin de, maketlerle tanıtım vardı kazı yerinde.

Ve 26 Ağustos’ta açılacak bir serginin hazırlığı da büyük bir heyecanla yapılıyordu. Tüm bunları gezip gördükten sonra, Kırklareli’nden ayrılma vakti geldi. Altan Bey’e buradan bize gösterdiği ilgi ve yakınlığa tekrar tekrar teşekkür etmek isterim.

Vedalaşıp Edirme yoluna çıktık (10:00). Önümüzde fazla uzun olmayan bir yol vardı, 65 km kadar.

Sırayla 17 km sonra İnece (11:15), Ürünlü, Hasköy, Söğütlüdere, İskender derken Edirne’ye ulaştık akşamüstü 4’e doğru.

Hava bugün çok sıcaktı, bayağı bunalttı. İyiki kısaymış yolumuz. Girişteki Migros-Burgerking’e yerleştik. Soğuk içeceklerimizi içtik -1 lt. soğuk sütü nasıl içtiysem barsaklarım altüst oluverdi birden, hiç tavsiye etmiyorum :((. Ve Bülent’in adres defterindeki bisikletçi dostumuzu, İsmail Bey’i aradık. Sağolsun hemen geldi ve bizimle ilgilendi. Konu tabii ki bisiklet olunca dostluklar çabuk gelişiyor. Konu konuyu açtı ve orada 1 saat sohbet ettik. Sonra İsmail Bey’in işine dönmesi gerektiğinden, bizim de akşam İstanbul’a dönme kararımızdan dolayı, gelecek sefer daha uzun birlikte olmak ve pedal basmak dilekleriyle vedalaştık. Eksik olmasınlar, bize verdiği aydınlatıcı bilgiler için teşekkürü bir borç biliriz.

Bülent’in, Bisikletliler Derneği’nin Cumartesi Abant’a yapacağı gezi nedeniyle dönmesi gerekiyordu. Sonra gelen telefon nedeniyle de Gelibolu-Labseki’ye annesini ziyaret etmesi gerekti. Oralara otobüs bulamayınca İstanbul üzerinden gitmeyi planladı. Ben de, beni bekleyen gönlümün sultanını yolcu etmek için İstanbul’a dönmek istedim. Bu planlarla, akşam 8 otobüsüne Volkan turizme 2 bilet aldık (20,-YTL adam başı). Kalan zamanda şehri gezdik.

Ve Mimar Sinan’in o muhteşem eserine, Selimiye camiine tekrar girip, hayranlığımızı bir kez daha yaşadık.
O ne muhteşem bir eser, nasıl bir matematik dehası sonucu en ince detayına kadar düşünülmüş ve hesaplanmıştı. Hiçbir fazlalığı olmayan, abartısı bulunmayan bir şaheser.


Bülent yol boyunca çiğer de çiğer diye tutturunca son yarım saatimizi bir lokantaya girerek geçirdik. Ve Bülent de dayanamayıp, eşine bu güzel tadı tattırmak için, bir porsiyonu da sardırdı ve yanına aldı.

Kalkışa yarım saat kala terminale doğru yola çıktık, fakat o ne mesafe öyle (9 km’miş), bas bas bitmiyor yol. Panik olduk, soruyoruz, ileride diyorlar. Yani tam 8’de otobüse yetiştik. Gelmediğimizden yerimizi bile vermişler ama biletli olduğumuzdan geri aldık. Bisikletleri bagaja atıp, İstanbul yolculuğumuz için koltuklarımıza yerleştik. Uydu tv’den film izleyerek oyalanıp İstanbul’a varmış olduk. 5 günde gittiğimiz yolu 2,5 saatte geri gelmiştik.

Otogardan çıkıp, Bülent Merter yönüne doğru pedal bastı, bense tramvaya binip, Aksaray’da inip oradan Bebek’e kadar pedal basıp eve vasıl oldum.

İstanbul İstanbul gibiydi, sıcak ve rutubetli. Trafik gecenin ilerleyen saatinde bile yoğundu. 5 gün süren ve 349 km ‘yi bulan, yaklaşık 24 saati bisiklet üzerinde geçen Trakya yolculuğumuz sona ermişti. Çok güzel ve renkli geçti. Fikret Albay’a bize rehberlik ettiği ve tecrübelerini aktardığı için, Bülent’e özveriyle dinleyip düşüncelerini paylaştığı için, Sarkis ve Dursun Ali’ye kısa da olsa eşlik ettikleri için çok çok teşekkür ederim. Sizlere de sabırla okuduğunuz için.

Edirne hakkında daha fazla bilgi için:
Kırklareli > İnece 17,7.km (58 dk süre bisikletin üzerinde) > Edirne 65.km (3:27:58) – 18.7 km Avs – 55.4 km Mxs – 1367 Cal – 129.48 Fat
Toplam yol 349 km

Fotoğraflar Bülent Yamaner’e ait. Rötuşlar benden : ))

İlginizi çekebilir Karaburun Altılısı, Fikret Albay