12 Eylül 2010

İzmit'ten İznik'e, oradan Yalova'ya

Bayram geliyordu ardından da referandum, kısa bir gezi olsun, neresi olsun derken İzmit’ten İznik’e oradan da Güneyköy üzerinden Yalova’ya gidelim dedik.

Nasıl gideriz falan düşünürken aklımıza körfezde çalışan deniz taşımacılığı geldi. Bir zamanlar rastlamıştık Kocaeli Belediyesi’nin sitesinde. Hemaen araştırdık veaaa mesai günlerinde sabah 6:45’de (dikkat, sitelerinde 6:55 yazılmış, aldanmayın!) Darıca’dan İzmit’e bir deniz otobüsü varmış. Günde sadece 2 sefer, akşam da dönüşü var.

Bu durumda gezimize arife günü başlayalım istedik. Erkenden de yetişebilmek için bir gün önceden Bayramoğlu’na gidip Firuzan’ların yazlığında kaldık.

8 Eylül çarşamba sabahı erkenden kalktık, zaten çantalar topluydu, birer sandviç hazırlayıp Darıca’ya doğru saat 6 gibi pedallamaya başlamıştık bile. Evden çıkışta bir tepeye kadar çıktıktan sonra sahile kadar inişti. Bir yerde kararsız kaldı Firuzan, orada da yoldan geçen bir hanımdan tarif alıp eskiden arabalıların kalktığı, askeriyenin yanındaki iskeleye geldiğimizde daha 10 dakikamız vardı. Bizden başka da sadece bir kişi bekliyordu, sonra bir kişi daha geldi ve birazdan da deniz otobüsü. Bilet satıcısı önce acaba bisikletleri alırlar mı diye mırın kırın ettiyse de sonradan huysuzluk yapmadı ve bizden iki kişi için 6,70 TL istedi. İşin esas güzel yanı, Kocaeli Belediyesi bisikletten ücret almıyordu. Yani İBB gibi açgözlü, bisiklet düşmanı değiller.


İskele biraz uyduruktu, tekerlekli araçların binmesi düşünülmemiş, hani bisikleti geçtik de sakatı var, bebesi var. Neyse bisikletleri kaldırarak (ki dolu çantalarla pek de kolay değil) taşıyıp deniz otobüsünde dışarıda uygun bir yere bağlayıp içeriye geçtik. Koca gemide sadece 4 kişiydik. Önce Karamürsel, sonra Hereke ve 8:30’da da İzmit’e varmıştık.



Sabah erken olması sebebiyle hava daha serindi. Yuvacık yolunu gişe memurlarından öğrendiğimiz gibi, kıyı boyunca pedallayıp ilk ışıklardan, Carrefour’dan sağa sapmalıydık. Gene de orada soralım ki yanlışlık olmasın düşüncesiyle çöpçünün tarifi bizi geri döndürdü, sonra sorduğumuz şoför ise biraz acemi çıktı. En iyisi polise sormaktı ve doğru tarifi alıp, yani Carrefour’dan sağa saparak (ilk tarife uygun) sahil boyunca devam ettik. Araç trafiği vardı, bir hayli de hızlıydı İzmitliler. Herhalde aceleleri vardı, yarım gündü ne de olsa!

Dikkat çekici bir temizlik vardı etrafta, üstelik de çöpçüler ciddi şekilde etraftan kâğıt vs çöpleri toplamaktaydılar, bayram hazırlığı mıydı acaba? Reklam panoları “evet” ve “yetmez ama evet”lerle kaplıydı. Buranın rengi anlaşılmıştı.

Pek bilmem İzmit’i ama bana sabah sabah güzel göründü ve de temiz. Herhalde İstanbul’un pisliğinden sonra. Palmiye ağaçlarına oldum olası bayılırım, bana hep sıcak ülkeleri, tropikal iklimleri hatırlatır. Burada da kıyı boyunca serpiştirilmişti. Şehre bir güzellik katıyordu.

Neyse bu temaşa içinde bir çatala geldik ve Yuvacık için sola ayrılmamız gerektiğini okuduk tabelalardan. Ama gene de soralım da belki bisiklet için başka yol vardır diye otopark kulübesindeki nöbetçiye gidip yolun tarifini bir de ondan dinledik: “Soldan devam, sonra askeriyenin tel örgüsü boyunca önünüze gelecek göbekten sağa ve düz yokuşu çıkın. Sağdan bir site ayırımına dikkat (Kalıcı Konutlar), oraya sapmayın, düz gidin.” Harika bir tarif, aynen uyduk ve zaten yönlendirme levhaları da yardımcı oldu ve yavaş yavaş yolumuz çıkmaya başladı. 
Sağımızdaki kanallarda sular akıyordu, belli ki sulak bir bölgedeyiz. Bahçeler başladı, içinde meyve ağaçları, inekler çıktı. Yol ise hafif sürdürdü tırmanmayı. Sonra daha da çıktık. Karşımızdan araçlar da gelmekteydi. Gene de mesai günü olması sebebiyle piknikçilerin trafiği yoktu, şansımıza.
Dikkatimi çeken, yol üzerinde oldukça fazla marangoz atölyesinin olmasıydı. Belli ki kereste bol buralarda. Bir de herhalde coğrafi yapısından dolayı Karadenizliler buraya akın etmişler. Gerçi nerede yoklar ki?

Neyse çıka çıka sonunda Yuvacık göründü (10:00). Göründü de aynı zamanda vites telim de burada koptu, önceden kontrol etmeme rağmen. Demek atlamışım durumu. İyi ki yanımda yedek taşıyordum, yoksa bulunur muydu bilemiyorum. Bir hırdavatçının önünde tamir işine giriştik (birkaç aleti ondan aldık; pense, yağ ve küçük yıldız tornavida), fren teli de vardı. Sormadım vites için de var mı diye ama olmadı idare edecek şekilde fren telini kullanmak gerekebilirdi. Bilemiyorum kalınlıktan dolayı nasıl çalışırdı! Ama gerekmedi ve Firuzan’la ilk defa vites telini de değiştirmiş olduk – böylecene bunu da öğrendik. Hatta önce belki bir tamirci vardır, hiç uğraşmayız dediysek de tamircinin bu saatlerde kalkmaması, hırdavatçı hacı amcanın da biraz sitemkâr laf etmesi “vites telini değiştiremiyorsan yola çıkma!” neticesinde bizler giriştik ve neticelendirdik.

Eh bunu da birer çayla kutlayalım istedik (kahvaltı için hazırladığımız sandviçleri de yiyecektik) ama ramazan nedeniyle kimse çay demlememişti. Avucumuzu yaladık, yarına gelin diye davet aldıysak da yola çıkmamız gerektiğinden Yuvacık’tan vedalaşıp ayrıldık.
 

Saat 11 olmuştu, birazdan baraj gölü göründü. Maviliği göz kamaştırıcıydı. Üzeri parıl parıl ışıldıyordu. Su tutan duvarının üzerinden geçerek ortasına gidip aşağıya baktık. Altta bir mesire yeri vardı, Saklı Vadi diye. Barajın karşı kıyısı çok güzel görünüyordu, kıyı boyunca yükselip alçalan toprak bir yol, kim bilir nerelere gidiyordu. Dağ bisikletliler için keyifli bir parkur olabilir.

Yuvacık Barajı, yakınındaki beldeden dolayı bu isimle anılır ama esas adı Kirazdere Barajı’dır. 1987-99 yılları arasında Kirazdere Çayı üzerinde Kocaeli’ne içme suyu sağlamak amacıyla inşa edilmiştir. İlin su ihtiyacının %80’ini karşılamaktadır.

Kaya gövde dolgu tipi olan barajın göl alanı 1,74 km2, göl hacmi 60 hm3 ve akarsu yatağından yüksekliği 109 m’dir.

Çevresinde piknik alanları ve yürüyüş parkurları bulunmaktadır.

Sonra yolumuza devam etmek için duvardan ayrılıp sürdük bisikletleri, önce indik güzelce sonra çıkmaya başladık. Bir bölüm vardı ki yol çökmüş, kaymıştı. Baraj suları herhalde toprağı çekiyordu. Belki de devamlı kayacaktı burası. Yol açmaya çalışılıyordu yeniden, daha içeriye kaydırmışlar.

Bir de balık avlanma yasağına pek de aldırış etmeyenlere rastladık. Ne diyelim, eğitim vermezsen ne alırsın ki? İstediğin kadar uyarını yap, adam adam değilse.


 
Bu şekilde gölü seyrede seyrede çıkmayı sürdürdük. Saat yarım gibi solumuzda bir incir ağacında mola vermek için durup incirlerin daha olgunlaşmaması karsısında yanındaki ceviz ağacına yazıldık. Burası doluydu, yerlere düşmüş olanları toplayıp kurduğumuz tezgâhta bir hayli cevizi mideye indirdik. Bu cevizler karnımızı bayağı doyurdu. Ne keyif, incirle ceviz yan yana. Bunu bir bilen dikmiştir herhalde.

Ardından tekrar yola koyulduk. Burası meyve dolu bir cennetti. Su bol, elma ağaçlarıyla kaplı her yer. Piknikçiler için hazırlanmış. Durduk, hem suyumuzu tazeledik, hem de olgunlaşıp düşmüş meyveleri toplayıp yedik. Hava ısınmıştı, bol su tüketiyorduk. Birazdan yol inşaatının sürdüğünü gösteren bir uyarıyla karşılaştık. Ve asfalt yol birden bozuldu, taşlaştı. Kısa da olsa bir süre böyle gittik, sonra toprak olarak devam etti. Bu nedenle çıkış da zorlaştı, üstelik de dikleşince zaman zaman inip itmek zorunda kalıyordum. Firuzan ise önlerde tırmanıyordu. Hatta nispet yapar gibi bir de cepten konuşuyordu. Belki 1 saate yakın tek elde telefonla konuşarak tırmandı. Bense arkadan oflaya poflaya yetişmeye çalışıyorum. Sonradan öğreniyorum ki Almanya’daki arkadaşıyla hasret gideriyormuş, uzun zamandır konuşmamışlar. Eh haklıydı da, en yakın arkadaşlarından birisi. Üstelik de doğum yapacak. O konuşmayacak da kim konuşacak:))?



 

Bir yerde, bir dönemeçte durup aşağıya, geriye bakıyoruz. Baraj uzakta kalmış, küçülmüş. Motor üzerinde rastladığımız iki kişi bize topladıkları armutlardan ikram ediyorlar. Ne lezzet ki ne. Yolu bilmediğimizden Servetiyekarşı’da motorlu bir gençten tarif alıyoruz: “ana yoldan ayrılmayın, orman girişini göreceksiniz, kulübeden sonra sağa sapın sonra…” vallahi sonrasını dinledim ama hiçbir zaman aklımda tutamadım. Tek kafamda kalan, bir dereye inecekmişiz, sonra bir beton köprüden geçip tekrar çıkacakmışız, düzlükten sağa falan filan. Yani yarım yamalak bilgiyle tekrar devam ettik pedallamaya. Önce Servetiyecamii, sonra Kazandere’den geçtik. Yolda gene birine rastladık ama o da çalışanmış, yani buralı değildi, yolu bilmiyordu. Eh ne edelim, anayol düz gidiyordu, soldan giden ve yan yol gibi duran yol değildir diye düz gittik. Yol makinelerinin şantiyesine geldik. Bakındık etrafta birileri var mı diye, nafile. Biraz sonra solumuzda bir kafeteryamsı yer geldi. Acaba nedir durumlar, bir de çeşme gördük yanında, bari suyumuzu dolduralım da ilerideki tepede de sandviçlerimizi yeriz diye indik velespitlerden. Tam bu sırada içeriden birisi çıktı ve nasıl oldu hatırlamıyorum ama biz çay sorduk veya o bir şeyler söyledi ve anlaşıldı ki hazır demlenmiş çay varmış ve biz de davet edilmiş olduk. Aman ne güzel, sabahtan beri çay çay diye inliyorum.

Burası iki bungalovu olan, yaz kış açık bir kaçamak yeri. Canın şehirden betondan uzaklaşmak istediğinde gelebileceğin hoş bir mekân, Orsidi Çay Bahçesi.

Sahibi Sinan Bey ve eşi Aytül Hanım bizi dostça karşılayıp çayla yetinmeyip açlığımızı da Almanların “Palatschinken” Fransızların “Crepe” dedikleri yumurta-un-süt karışımı nefis hamurlarla (bizdeki adı nedir bilemiyorum) doyurdular. Yanında tereyağı ve bal vardı ki bu ne nefis baldı böyle (buradaki kendi kovanlarındanmış).

Sohbet sohbet derken Sinan Bey’in Rizeli olduğunu öğreniyoruz ve yılın 13 ayını burada geçirdiğini. Orsidi Çay Bahçesi’ne gelmek isterseniz önceden yer durumunu sorun (şayet bungalovda kalacaksanız). Ama çadırla kalacaksanız zaten boş bulduğunuz yere kurarsınız.  

Zamanımız dolduğundan devam etmek zorundaydık. Ayrıntılı bir yol tarifi verdi Sinan Bey, krokileriyle. Anlaşıldı ki buraları ondan sorulurdu. Her tarafını karış karış dolaşmış zamanında.

Bir kere çok ileriye gitmişiz, buradan devam etseydik Menekşe Yaylası’na çıkacaktık ki yol iyicene uzayacak ve zorlaşacakmış. Bizim geride beğenmediğimiz sola dediğim yoldan sapmamız gerekirmiş, yani 1 km kadar tornistan edecektik. Sonra orman kulübesinden sağa ve dereye kadar inip köprüden geçtikten sonra karsıya, tepelere doğru tırmanacak ve sonra da taş ocağından önce sola sapmamızla ister Kırıntı istersek Elmalı’ya ulaşabilecektik.

Sinan Bey bana 3 adet kroki çizip verdi. Eh elimizde krokilerle artık yolu bulurduk (sanıyorduk) diye bu renkli insanlara veda edip yanlarından ayrıldık (15:45). Gerisin geri giderek, sonra da bu yönden artık sağa saparak biraz tırmanıp (gene de şaşırmayalım diye gördüğümüze yolu teyit ettirerek) ardından da önümüze gelen “Orman Kontrol Noktası”ndan geçip sağa saptık. Burada bir tereddüt yaşadık, çünkü geçen motorlu birileri bizi düz diye yönlendirmeye çalıştılarsa da her iki kişinin de tarifi sağ olduğundan içgüdümüz de sağ dediğinden “sağa saptık”.
 


Bu çamurlu bölgeyi çayırların üzerinden telleri eğerek ve de dikenleri tutarak geçip orman yollarında ilerlemekteydik. Önümüze pek kimsenin çıkacağını sanmıyordum, kulaklar etrafı dinliyordu ama. Müthiş keyifli bir yol, stabilize. Etrafımız ağaçlarla kaplı. Yolun bazı bölgeleri toprak, bazen taşlı, hoplaya zıplaya gidiyoruz. Hep Delmece gezisini hatırlattı buraları. Aynı şekilde sürmüştük. Derken yerde bazı izler dikkat çekiciydi, yok canım diyordum kendi kendime. Sonra tekrar çıktı önüme, bu sefer durup Firuzan’ı çağırdım gel bak diye. Ve haklıydım, o da onayladı: ayı izleriydi bunlar. Hem de yanında yavrusuyla geçmişti buradan. Bir heyecan aldı bizi sormayın. Birkaç resim çekerken bir araç sesi işitir gibi olduk. Sahi mi falan derken cidden bir kamyonetin geldiğini görünce hemen durdurup (zaten onlar da duracakmış) “bunlar ayı izi mi? ”Evet, domuz da çıkabilir karşınıza – dikkat!”, bu da iyiydi. Sonra yol tarifini tekrar dinledik. Öncelikle doğru yoldaydık, ancak dereden sonra dik çıkıp yılan gibi kıvrıldıktan sonra geriye doğru sola sapmamız gerekirmiş.

 



Buraya gelirken yaklaşık 1200 m’ye tırmanmışız. Deniz seviyesinden buraya çıkışımız sonunda saat beş olmuş, havanın kararmasına da 2,5 saat gibi bir şey kalmıştı. Fazla da oyalanmaya gerek yoktu. Ne de olsa önümüzdeki yolu tam bilemiyorduk.

İndik dere yatağına, geçtik beton köprüden (ama öyle kenarları falan olan köprü değildi) ve tırmanmaya başladık gene. Dik geliyor bana burası ve inip itiyorum velespiti. Ağaçlar oldukça sık, sulak ve oksijen bol olmalı burada. Devasa yapraklar var etrafta.

Biz çıkarken kamyonet de geri dönüyordu. Gene selamlaşmalar ve doğru yolda olduğumuzun işaretleri. “Çıkın tepeye kadar ve 2 kıvrım sonrası sola dönün” diyordu şoför arkadaş.

Haydi, çık, kıvrıl falan ama sola giden yol var da bu mu acaba, pek de değilmiş gibi bir duygu, devam o zaman diye karşımıza taş ocağı çıkınca anladık ki geçtiğimiz yolmuş. Geri dönüp saptıktan sonra biraz çıkış ve sonra da iniş.
 
 


Durduk. Sağımız böğürtlen deryası. Dalarsın içine. Ye babam ye, kocamanlar. Sonra bir sarı erik ağacı, sonra bir elma ağacı. Meyve bahçesi içindeyiz. Bu gezide yediğimiz bollukta meyveyi hiç yemedik doğrusu.
Bu şekilde tıkınırken karşıdan gelen iki motosikletliyle selamlaşıp konuşuyoruz, tabii gene yol durumları. Meğersem bir kaç km. önce gene onlara sormuşuz. Bir tarif de onlardan, Sinan Bey demişti, sormaktan çekinmeyeceksin. Sormazsan döner dolaşır gelir sorarsın. Çok doğru bir laf. Biz de o nedenle her gördüğümüze sorduk ve yolu bulduk, kaybolmadık bu ormanın içinde. Hele bir kaybol, her yer birbirine benzer burada, şaşırır kaybolur gidersin. Hele de panikçi biriysen ondan sonra onbir gelir.
Artık inişteyiz, Elmalı’ya doğru yaklaşıyoruz. Mahallelerinden birisinden (Ocakdere) geçerken toplanmış bir gruba yol ve yiyecek soruyoruz. Elmalı’da camide bulursunuz, iftara yetişin diyorlar. Gerçekten öyle bir denk geliyor ki, top atılıyor. 10 dk. sonra da biz köye giriyoruz (20:00). Hava da artık kararmakta. Köy içinden geçip camii sapağından sağa saparak köy meydanına varıyoruz. Bisikletleri camii duvarına dayayıp muhtarı soruyoruz. İçerden çıkıp geliyor. Derdimizi anlatıyoruz, kalacak yer ve yiyecek bulur muyuz ilk sorumuz. Hemen içeriye alınıp dipteki masada önümüze bir tepsi yemek konuluyor (pilav, çorba, tatlı bizim yediklerimiz) ve karnımızı doyurduktan sonra da kahvede çay içmek üzere davet ediliyoruz.

Burada köy halkıyla tanışıp, gezimizi, yolumuzu anlatıyoruz onlara.

Elmalı bir Gürcü köyü, 1891 de yerleşilmiş buraya, Kafkasya Batum’dan gelen göçmenler. Meşhur 93 Harbi dedikleri, Osmanlılarla Ruslar arasında cereyan eden. 180 kadar hanesi var.

Artık yorgunluğumuz kendini belli ediyor, çadırımızı kuracağımız yere gidelim istiyorum. Köyden Hüseyin Bey kardeşimiz traktörle önden giderek bize yol gösteriyor. Biz de peşinden, gece olduğundan kafa lambamızı taktık. Çadır kuracağımız yer de amma uzaktaymış. Git git bitmiyor yol. Karanlık da her yer. Neyse ki sonunda güzel bir yere geliyoruz. yanı başımızda çeşme. Çayır da halı gibi. Hemencecik çadırımızı kurup yatacak hale geliyoruz.

Hüseyin Bey de evden bize haşlanmış mısır, peynir ve ekmek getirmiş. Aman ne lezzet, 4 mısırı oracıkta, yemeğin üzerine yerleştiriyoruz mideye ve dişleri de fırçaladıktan sonra çadırımıza giriyoruz.

Gece sessizliği, ertesi gün bayram diye sevinçten silah atılıyor uzaklarda. Bu şekilde kayıp gidiyoruz uykuya.
İzmit – Elmalı arası 49 km ve biz 6 saat 28 dakikada alıyoruz. Yani ortalamamız 7,6 km. Dağ bayır çıktığımızdan düşük oluyor elbette.


09.09.10 Perşembe / 2. gün

Niyetimiz sabah erken çıkmaktı ama tulum çok rahat geldi ve uyanmamız 8’i buldu. Dışarısı nefis bir gün. Güneş çoktan çıkmış. İhtiyaçları giderip çadırı toplarken Hüseyin Bey’in de traktörünün sesi geliyor. “Günaydınlar, ya biz erken çıkacaktık ama rahatımızı bozamadık. Artık geç kalmayalım, köye dönmesek de sen bizim için muhtara teşekkür etsen” falan diyoruz. Ancak bu arada fark ediyorum ki dün gece toparlanırken camii yanında haritaları unutmuşum. Bunlar da benim için çok önemli, üzerinde bir yığın not var. “Acaba traktörle bir köye gitsek de duvarın oraya baksak mı?” diyorum.


 
Birazdan traktörün üzerinde köye doğru hareket ediyoruz. Arka kasaya ikimiz de yerleşmiş, hoplaya zıplaya gidiyoruz. Camiye vardığımızda maalesef eser yok haritalardan, köy kahvesi yakınında da görülmüyor. Gitti mi haritalar diye bir hüzün çöküyor içime. Biraz da kendime kızıyorum, dikkatsizliğime.

Köye gelmişken eski camii (1897 yapım yılı ve ahşap geçme, cemaat kapasitesi 140’mış) içini ziyaret ediyor Firuzan, ben de çevrede araştırma yapıyorum. Kahvehane dahil her yeri tarıyorum. Ama nafile.




 


Umutlar tükenince geri dönüyoruz çayıra. Hüseyin Bey bize bisikletleri tepeye kadar traktörle çıkartma teklifinde bulunuyor. Bu yol kestirme ama bozukmuş. Arka kasaya ancak tekerler sökülüp sığabiliyor velespitler. Zar zor bu işi yapıyoruz. Aralara çantaları koyup (sonradan bazı çizikleri fark ediyoruz ama) yola çıkılıyor. Firuzan arka çamurluğun üstünde, bense yandaki basamakta yokuşları çıkıyor hem de sohbet ediyoruz. Etraf müthiş bir keyif içinde. Keçi sürüleri ve onları güden çobanlar. Selamlaşmalar. Sonra meyve ağaçlarının altında durup elmaları topluyor, ceplerimize dolduruyoruz. Nefis şeyler, hani şu küçücük elmalar var ya, tatları acayip hoş olan, içleri bembeyaz. Anladınız herhalde?

“Hüseyin Bey üşenmeden traktörün arkasındaki sepeti alçattı. Bisikletlerimizi bir ha o yana, ha bu yana çekerek yerleştirmemize yardim etti. Hep yüzünde dostane bir gülümseme ile. Sepet yine olması gereken yüksekliğe getirildi. Ayakkabı bağlarım, paçam traktörün lastiğine takılmasın diye özenle yerleştim çamurluğun üzerine. Hoplaya zıplaya başladı yolculuk orman yolunda. Sağımız solumuz ağaç. Meyve ağaçlarını seyretmeye doyamadım. Bu ne verimli toprak böyle? Kıymetini bilmeli. Kızılcık ağacı mı, armut mu, farklı çeşit elma mı istersin? Hepsi var, tüm doğallığıyla. Bir kaç elmanın tadına bakıyoruz, doyumsuz lezzette. Bazen de akıllı kurt sakinlerini barındırır durumda. Iğdır’a yaptığımız gezi sırasında anlatılan bir hikaye geldi aklıma: Zirai ilaçlama ve organik tarım konusunda yapılan konferans sırasında bir konuşmacı “meyve kurtları kadar olamıyoruz. Onlar bile ilaçlı meyvelerin yenmeyeceğini biliyor” demiş. Yorumsuz…”


Elmayı yerken bilmeniz gerekenler (Prof. Dr. Dieter Treutter)
Elmadaki flavonoid adlı kimyasal madde kansere neden olan serbest radikallerin meydana gelmesini önler. Olgun bir elma, sağlıklı bir insanın en ideal kan serumu değerliklerine sahip mineral ve elektrolitlere sahiptir.
Açıkçası elma suyu kan suyu gibi değerlidir. Günde 6 elma yiyerek yapacağınız 8 haftalık bir kürle, kan değerliklerinizi olması gereken ideal değerliklere getirip, fazla kan yağı ve kolesterolden kurtulabilirsiniz.
Ancak elma yemeğe karar verdiğinizde sarı-yeşil renkteki elmayı kırmızı renkteki elmaya tercih etmenizi öneririz. Çünkü sarı-yeşil renkli elmadaki C vitamini dahil tüm diğer faydalı kimyasal maddeler kırmızı elmadan daha fazladır.
Yol bir yerde bayağı bozuk, traktör bile zorla çıkıyor. Gerçi bu aletin tırmanamayacağı yer yokmuş. Konuşma sırasında öğreniyoruz ki Hüseyin Bey orman işi aldığında traktörün kasası çok yüklü oluyormuş. Bu durumda burnu kalkmasın diye on lastiklere su dolduruyorlarmış. 250 kg su alıyormuş lastikler, böylecene ek ağırlık oluyormuş. İyi düşünülmüş bir çözüm.

Tepeyi aşıyoruz, ama dostumuz bizi indirmiyor ve Sansarak’a kadar traktörle devam ediyoruz yolumuza. Sohbet de keyifli, hem politikadan, hem yöre insanin ihtiyacından, herşeye biraz dokunuyoruz. Kooperatif kurmuşlar, böylecene dışarıdan kimse gelip orman işini alamıyormuş. çok akıllıca buldum. Her yöre kendi insanını beslemeli, dışarıdan gelip de gazel okumak olur mu?

Sonunda Sansarak’ın mezarlığındayız, yaklaşık 9 km yol gelmişiz. Buradan artık pedallarız. Bayram havası her yerde. Mezarlık ziyaretine gelmiş iki dede bizimle sohbet ediyor. Hüseyin Bey onları traktörle köye götürüyor. Biz de eşyalarımızı toparlayıp peşlerinden.
Köyün içi bir cümbüş, köy kızları allı pullu giysileriyle endam gösteriyorlar. Delikanlılar da onları süzüyor. Herkes iki dirhem bir çekirdek vaziyetinde. Küçük çocuklar da çatapat patlatarak ortalığı şenlendiriyorlar. Tam bir curcuna. Bizi görenler selamlıyor, “vat is yur neym”, “ver ar yu furom” durumları.

Köye varıp kahveye geçiyoruz. Yanımızdaki sandviçleri, ki biraz ekşimeye başlamış bile ekmekler, çayla temizliyoruz. Foto makinesinin iki pili de boşalmıştı, çaycının prizine takıyorum. Priz de biraz antika, sallanıp duran cinsten. Ama aklım orada, unutup gitmemeliyim.

Dedeler de yanımızda. Bana eski anılarını anlatıyor yanımda oturan. Büyük oğlu İznik’te PTT’deymiş. Diğeri de yolcu taşımacılığı yapıyormuş. Birkaç resim alıyoruz elbette. Derken burada bir kanyonun varlığını öğreniyoruz Şaban Bey’den. Kendisi rehberlik yapıyor. Kanyonla ilgili bilgiler veriyor. 8 km uzunlukta ve 5 saat sürebiliyormuş yürüyüş. Zor bir yürüyüşmüş ve zaman zaman suların içinden geçmek de gerekiyormuş. Bize teklif ediyor ama programımızı başka turlu düzenlediğimizden gelecek sefer için sözleşiyoruz.

Köyde cep telefonu tek bir noktadan çekiyor. Karşıdaki kahvenin penceresinin köşesinden, çok güzel de bir çözüm getirmişler. Cama 5 adet boş sigara paketi yapıştırılmış, cep gibi. Gelen telefonunu oraya bırakıp konuşuyor. Denedim, çalışıyordu. Buranın dışında çekmiyor hatlar. Nasıl da arayıp noktayı tespit etmişler, hayret doğrusu.

Sansarak köyünün 500 yıllık bir Osmanlı köyü olduğu söylendi. Eskiden “Sarı Kısrak“ diye isimlendirilen adı zamanla “Sansarak” halini almış.

 
 

”Keçiboynuzunun Yunanca adı keration, İngilizce’de carob, Arapça’da ise kırrat. Keçiboynuzu tohumu yüzyıllar boyunca elmas ölçmek için kullanılmış. Elmaslar keçiboynuzu tohumu ile tartılarak satılmış. Bu yüzden keçiboynuzu, kırat ya da karat denilen ölçüye adını vermiş.
”Keçiboynuzu çekirdeği doğada ağırlığı değişmeyen bir tohumdur. Bütün tohumlu bitkilerden yalnız keçiboynuzu uzun süre suda bekletildikten sonra filiz verebilir. Bu hem çok kuruduğu ve meyvesinden çıktıktan sonra son ve sabit ağırlığını aldığı için, hem de içine su alması olasılığının çok az ve çok uzun zamana bağlı olduğu içindir.
Bu nedenle Araplar, Selçuklular ve Osmanlılar döneminde ağırlık ölçüsü olarak kullanılmıştır. Dört tanesi bir dirhem eder. Dirhem değişmekle birlikte 3 gr. ağırlığı temsil etmektedir. Satıcı iki dirhemlik birşey satarken (8 çekirdek) lütfedip 1 çekirdek fazla tartarsa bu malı alanın itibarını gösterir.
Olağandan fazla giyinen, süslenen vb. kişilere de ”iki dirhem bir çekirdek” denmesi bundan kaynaklanmaktadır.”
Gördüğünüz gibi keçiboynuzu çekirdeği özelliklerinden dolayı bütün kültürlerde elmasın değişmez ölçüsü olarak kullanılmış, bu ölçüye adını vermiş ve deyimlere yerleşmiştir.
Zaman da uçup gitti ve saatler öğleni gösterirken bizler de veda edip İznik yoluna çıkıyoruz. Önümüzde 17 km var.


Sansarak çıkışında bir tırmanışla karşılaşıyoruz, ama öyle öldüren cinsten değil. Ardından da bir iniş ki uçuran cinsinden. Artık yolumuz göl seviyesine inecek. Kıvrıla kıvrıla gidiyor. İznik şehri ve gölü altımızda. Birazdan İznik’in çöplüğüyle karşılaşıyoruz. Kokular bu güzelliği perişan ediyor. Halen bir toplama/arıtma kurulamamış, dededen kalma usulle şehir dışına yığ ve yak. Sonra da patlasın.
 

İznik Gölü, Türkiye’nin 5., Marmara bölgesinin en büyük gölüdür. Eski çağda Askania adıyla anılırdı. Bugünkü adını kıyısındaki İznik ilçesinden alır. Yüzölçümü 298 km2, denizden yüksekliği 85 m’dir. Genişliği en dar yerinde 11 km, doğu-batı doğrultusunda uzunluğu 32 km’dir. Derinliği kuzeyden güneye doğru artan gölün en derin yeri 65 m’dir. Suyu tatlıdır. Artık sularını batı kenarındaki kum ve çakıl yığınları arasından sızarak Karsak Deresi’yle Gemlik Körfezi’ne boşaltır. En çok sazan balığı yetiştirilir. Gölün kuzeyinde Samanlı Dağları, güneyinde de Katırlı Dağları yeralmaktadır.
Bu şekilde inerken birden Firuzan’dan “pedalım dönmüyor” anonsu geliyor. Durmak zorundayız. Ne olmuş bu zincire anlamak mümkün değil. Ters dönüp bir de katlanmış ve ön aktarıcıya takılmış. Ne ettiysek çözemedik. Fazla da parça söküp herşeyi dağıtmak olmaz, bir de toplanması var. En iyisi İznik’e itip bayram günü tamirci aramak diye ağır ağır gidiyoruz.

Olacak gibi değil bu iteleme, bari birine el edip otostop yapalım. Bir araç duruyor ama Bursa’ya direkt gidecekmiş, adamı da yolundan etmeyelim diye yürümeye devam ediyoruz. Sonunda bahçelerin içinden İznik’e giriyoruz.

Bayramda bulabilecek miyiz bakalım merakı içinde bir tanesine gidip cebinden arıyoruz ama müsait değilim diye cevap alıp diğerini ararken ne olduysa o an oluyor ve sihirli bir el zinciri çözüyor. O kadar uğraştık yapamadık. Kendiliğinden düzeliyor. Bir sevinç bir taraftan, yorgunluk ve gerginlik diğer taraftan, serinlemek için kahvede bir sodaya oturuyorum. Firuzan da yağlanmış ellerini yıkamaya gidiyor.
Bu işi de hallettikten sonra acıkan karınları doyurmak var sırada. Bir de müzeye gidelim istiyoruz, geçen gelişimizde gidememiştik.

Açık yer de yok. İmren Köfte demişlerdi, yemeği çok iyiymiş ama kapalı. Bayramın ilk günü kimse çalışmıyor. Müzenin durumu nedir diye oraya giderken açık bir yer ve kalabalık bir müşterisi olan Çağrı Pide-Izgara & Yemek salonunda karar kılıyoruz. Masanın boş bir kenarına ilişip çorba, pilav ve yoğurda yazılıyoruz. Çoban salatayı tüm çabalarımıza karşın getirtemiyoruz. Garsonun başı dönmüş, yetişemiyor bir türlü. Kendi işini kendin gör durumları neticesinde sütlü kadayıfın yanına 2 bardak çayı kapıyoruz. Paramızı ödedikten sonra (20 TL) müze ziyaretine geçiyoruz.

İznik Müzesi (Nilüfer Hatun İmareti) Sultan I. Murad'n annesi Nilüfer Hatun'un anısına 1388 yılında inşa ettirilmiştir. İmaret olarak kullanılan yapı, yoksullar için her gün yemek dağıtılan bir hayır kurumuydu. Cumhuriyet Döneminde değişik gereksinmeler için depo olarak kullanılmış, 1960 yılında müze olarak hizmete açılmıştır.

Tarihsel bir yapı olan imaret 14. yüzyıl Osmanlı mimarisinin en güzel örneklerinden birisidir. Osmanlı mimarisinde ters T planı ilk kez bu yapıda görülür. Yapı, kubbe ve tonozların örttüğü sütun ve payelerin taşıyıcı oldukları bir revakla başlar. Üzerinde kitabe bulunan bir kapı ile ana bölüme girilir. Ana bölüm, merkezinde bir aydınlatma feneri bulunan bir kubbe ile örtülüdür. Ana bölümden üzerleri birer kubbeyle örtülü yan mekânlara geçilir. İmaret, Bizans'a özgü çok zengin ve renkli taş ve tuğla işçiliği ile dikkat çeker.

Pazartesi dışında her gün 08.00-12.00 / 13.00-17.00 saatlerinde ziyarete açıktır.

Daha önceki gelişimde burayı ziyaret etmiş çok hoşuma gitmişti. İçerisi kadar dışında da önemli parçalar mevcut. Geldiğinizde mutlaka gezin.

Peki Firuzan’ın izlenimleri nasıldı?

“Müze özenle düzenlenmiş. İçeriye girdiğiniz andan itibaren tarihin kucağında buluveriyorsunuz kendinizi. Çiniler, heykeller, toprak kaplar. İlgimi en çok mezar olarak kullanılan toprak küpler çekti. Bizden başka bir aile daha vardı müze içerisinde. Konuşmalardan gruptakilerden birinin antik kazılara ait teknik bilgiye sahip olduğunu anlıyorum. Ancak konuşmaları, yüksek bile sayılabilecek bir tonda. Binanın içinde ses oldukça yankı yapıyor. Rahatsızlık duyuyorum. İtiraf etmeliyim ki ben de bazen müzelerde gördüklerimin büyüsü karşısında heyecan içerisinde sesimi küçültmeyi unutuyorum. Ama görüyorum ki, daha dikkatli davranmalı insan.”

Ziyaretimizi tamamlayıp bahçedeki suyla da yüzümüzü yıkadıktan sonra Orhangazi yönüne doğru pedallamaya başlıyoruz (17:00).

Azıcık İznik’in ara sokaklarından geçip ana yola bağlanmak uzun sürmüyor. Hava sıcak, sağımızda meyve bahçeleri solumuzda zeytin ağaçları. Bu bölge gerçekten çok verimli. İncir ağacının altında durup ağzımızı tatlandırıyoruz. Bizi gören bir araba da durup kalan incirlere talip oluyor. Ama biz önceden en olgunlarını yemiştik bile. Sıcaklık bunaltıyor, önümüze çıkan ilk çeşmede durup sular tazeleniyor, biraz da ferahlamak için kafalarımızı ıslatıyoruz. Böyle devam ederken ilk defa kivileri ağaçta görüyorum. Asma gibi direklere sarılmış sarkıyorlar. Aslında durup koparmak geldi içimizden ama boş verdik, nedense.

 


Çakırlı ve Boyalıca’yı geride bırakıp göl manzaralı yoldan ilerliyoruz. Yol hafif çıkıyor ve iniyor, ama genelde düz tırmanışsız bir rota burası. Asfalt soğuk asfalt dedikleri cinsten; ziftin üzerine dökülmüş çakıl taşları ve bir silindirle ezilip gerisi arabalara bırakılmış.

Solumuzda göl, aradaki zeytin ağaçlarından boşluk bulan güneş ışınları gözümüze çarpıyor. Aşka gelip tempomuzu yükseltiyor sonra yorulup gene hız keserek Keramet ve Çakırlı sapağını geçip artık geceleyecek yer düşünmeye ve bakmaya başlıyoruz. Orhangazi’de bu iş zor olur, buralarda uygun bir yer çıkarsa diye ikimizin de gözü kıyıyı tarıyor. Üreğil sapağını da geçtikten sonra Orhangazi’ye 10 km’den az kala solda Yeniköy Piknik Alanı diye bir levha dikkatimizi çekiyor. Olabilir mi, gel bir girelim bakalım diye hafif geçtiğimiz sapağa geri dönüyoruz.

Saat 19 olmuş. İçeriye çakıl toprak karışımı bir yol gidiyor. Solda bir çiftlikte çalışan bir işçiyle selamlaşıyoruz. Piknik alanı oldukça bakımsız. Mesafeli park etmiş 3 araba, etrafa yayılmış adamlar, masaların üzerleri bira şişeleriyle kaplı. Pek de gözüm kesmiyor şimdi bu sarhoşlarla sohbet etmeyi. Alana girmeyip toprak yolu takip ediyoruz. masaların birinden bize doğru seslenmeler ama oralı değiliz. Yolun sonunda bir minibüs, göle paralel park etmiş. Yanında oturan 2 kişi. Ama bunlar sakin, derinlere dalmış gitmişler. Kıyı çadır kurmaya pek uygun değil, çakıllık. Sağdan içeriye doğru girip durumu bir değerlendirelim diyoruz. Bir ev ama kimsecikler yok. Seslenmemize çıkan da yok. Ne yapalım, tornistan ediyoruz.


Piknik alanına girip durumu bir de yakından görelim diye ağabeylerin yakınlarına gidip, “hayırlı muhabbetler”le lafa başlıyorum. Ama kendimi de tutamıyorum “hepsini siz mi içtiniz” diye soruyorum, cevap gelmiyor ama. 30 şişe vardı herhalde masada. Neyse çadırlık yer bakınıyoruz boşuna, su da yok buralarda, tuvaletler kokuyor, yani kalınacak gibi değil. Akla girişteki çiftlik geliyor, soralım bakalım diye geri dönüp olumlu cevap almak sevindiriyor, “istediğiniz yeri seçin”. Hüseyin Bey buranın kahyası. Zeytin falan yetiştiriliyor mülkün içinde. Yakın zamanda karısı ölmüş yalnızlıktan şikayetçi. Ama İznik’in kalabalığına da dayanamıyormuş artık. Burada kafasını dinleyip toprakla uğraşmaktan yana.

Karanlık basmadan kuruluma geçiyoruz. Çadırımızın altına bulduğumuz bir halıyı serince zemin yumuşacık oluyor. Hava rüzgarlı, çadırı taşlarla önce tutturup öyle sabitleyebiliyoruz. Gerçi rüzgar sonra dinecekti. İşimizi bitirip yanımızdakilerle karnımızı doyurmak üzere Hüseyin Bey’in masasına katılıyoruz. Kendisi az önce yemeğini yemiş çay demlemekteydi. TV’yi de ayarlamakla meşguldü. Biz de ekmek, peynir, domates, salatalık ve de saksıdan kopardığımız feci acı biberleri maydanozla mideye indiriyoruz.

Bir yandan sohbet bir yandan TV programları içinde gezinerek gece renkleniyor. Ramazandan çıkıldığından millet piknik alanında sıkıntısını atarmış. Kimi sulu kimi kuru takılırmış. Biz de her ikisine rastlamış olduk, anlaşılan.

Yorgunluk gözümüzden akmakta, daha fazla dayanacak halimiz yok. İyi geceler dileyerek çadırımıza girip çok geçmeden de uykunun derinliklerindeyiz bile.

Bugünkü yolumuz Elmalı’dan Sansarak - İznik – Yeniköy, 54,7 km. 3 buçuk saat neredeyse sürüyor, 15,8 km ortalamayla.

10.09.10 Cuma / 3. gün

Sabah uyandığımızda Hüseyin Bey çoktan ayaklanmış işlere başlamıştı. Bugün bayramın 2. günü. Hava güzel. Ben bu sabah biraz erken kalktım ve işlerimi halledip toparlanmaya başladım, sonra Firuzan kalktı.
Kahvaltıya beklediğini söyledi Hüseyin Bey. Peynir, zeytin, domates ve nefis bir ev salçası, kekikle tatlandırılmış. Bahçeden maydanoz yanında kocaman dilimli ekmekler. Harika görünüyordu herşey. İki de misafirimiz vardı, komşu çiftlikten Ahmet ve İbrahim. Hem yedik hem konuştuk. Tabii ki konu evet/hayır’a geliyordu. Ben bu gezide bir kişi hariç kimsenin evet diyeceğini duymadım. Kimse AKP’yi istemiyor, peki bu oylar nereden geliyor o zaman?
 

 
Bu sabah gene çok oyalandık. Artık veda etme zamanı geldiğinden bir iki fotograf da hatıra olsun diye çekip yolumuza çıkıyoruz. Bugün Orhangazi üzerinden Hamzalı ve Güneyköy’den geçip Yalova’ya ineceğiz. Sonra da Topçular’dan arabalıyla geçip Bayramoğlu’nda kalacağız. 3 günlük gezimiz sonlanmış olacak. Pazara referanduma katılacağız.

Gene meyve bahçeleri, özellikle incirler çok güzel görünüyordu. Tarlalarda patlıcanlar olgunlaşmış, biberler kızarmış bekliyor. Bir iki zeytinyağı tesisi, Kontinü dediklerinden. Benim anladığım herhalde zeytini sıkıp, yağ vs olarak ayırıp her şeyini bitiren bir sistem. Aslında bir araştırmak lazım konuyu.

Orhangazi’ye girip (9:50) anayoldan değil de dağ yolundan gitmek için tarif alıyoruz. Öğrenci yurdunun önünden Nadir Piknik Alanı tabelalarını takiben. Bu çok kolay, zaten yolu tersten yapmıştım, az çok hafızamdaydı.

Öncesinden bir bakkaldan su ve enerji verecek şeylerle çantamızı dolduruyoruz. Bisküvi ve çerez gibi. Daha sonra da ilçe meydanındaki bayrak törenine denk gelip saygı duruşundayız. 

 

Yol artık bir tırmanış durumunda. Kıvrıla kıvrıla göl seviyesinden yükselmek için gücümüzü kullanıyoruz. Bir küçük ihtiyaç molasında yanımızdaki armudu, ki tam olgunlaşmış, neredeyse alkolleşecek, afiyetle midemize yerleştirip etrafı da sessizliğin içinden izliyoruz. Sonra biraz iniyor ve gene çıkıyoruz. Çevremiz ormanlık alan, hava nefis, keyfimize diyecek yok. Arada tek tük araba geçiyor, piknikçiler bunlar.

Bu şekilde Hamzalı’ya 11:45 gibi varıyoruz. Köy meydanında halen bayramlaşmalar sürüyor. Nefeslenecek bir yer arıyor, çınar ağacının altında oturan köy ahalisine katılıyoruz. Teker teker herkesle bayramlaşıp çaylarımız eşliğinde sohbet başlıyor. Konu konuyu açıyor, elbette evet/hayır meselesi de konuşuluyor. Ama daha önemlisi evvelki gün 75 baş koyunu çalınan köylünün derdini dinliyoruz. Olacak iş mi, koyun dediğin nasıl çalınır? Nasıl bir organizasyon bu? Maalesef bu üzüntülü duruma jandarmanın da olay yerine geç gelmesi eklenince vatandaş haklı olarak isyan ediyor. Bu ilk değil, kaçıncıymış. Hatta yan köydeki amcasının hayvanlarını 3 kere çalmışlar. Uzun aramalar sonucu hayvanlarını bulmuş, kimini alamamış, hukuki durumlardan dolayı. Halbuki bu hayvanların satılması, kesilmesi, nakliyesi gibi her türlü işlemleri resmi olmak zorunda. Her hayvanın küpesi var ve kayıtlı. Buna rağmen hırsızlık malları nasıl el değiştiriyor, şaibeli durumlar. Muhakkak birileriyle işbirliğindeler diye düşünüyorlar. Bence de. Bu gibi çok hikaye dinledik, hırsız polis jandarma üçgeni.

Biz bu sohbetleri yaparken küçük şirin bir kız çocuğu da ortalıkta oynuyor, konuşuyor, kucaklara çıkıyordu. 3 yaşında. Firuzan ona (ve diğer çocuklara) yanındaki balonlardan veriyor. Küçüğün bir cilvelerini görseniz. Nasıl bir duygu değil mi bu? Küçücük yaşta bile dişilik farklı bir şey. 


Sularımızı da çeşmeden tamamlayıp Hamzalı’dan ayrılıyoruz. Güneyköy çok uzak değil, 3 - 4 km diyorlar. Gerçekten de bir tepe indikten sonra önümüze çıkıyor (13:00).

Burası daha kalabalık. Otobüsle gelmişler. Köy meydanında bir tezgah kurulmuş, üstleri yiyecek dolu. Sıralanmış insanlar, atıştırıp duruyorlar.

Biz, daha önceden bildiğim Dağıstan Mutfağı’na gidiyoruz. Bisikletleri duvara dayayıp boş bir masada yerimizi alıp sebzeli, son iki porsiyon kalmış, patates ve peynirli 2 porsiyon Hınkal ısmarlıyoruz.

Burası 2 kız kardeşin işlettiği ve nefis yemekleri olan küçücük bir lokanta. Yanı sıra tatlılar da imal ediyorlar. Az sonra siparişlerimiz önümüzde. Aman ne güzel şeyler. Bir tanesini ısırıyorum amanım ne göreyim; kıymalı! Az kalsın orucum bozulacaktı. Sonrasında bu karışıklığı 3 taneyle telafi ediyorlar.

Bol sarmısaklı yoğurtlu Hınkal’ı yutuyoruz adeta (resim çekecek fırsat bile bulamıyor, sonuna yetişiyorum), derken ortada sahipsiz bir gözleme dolaşıyor, sebzeli. Hemen onu da kapıp paylaşıyoruz Firuzan’la ve acayip doyuyoruz.

İçerisi kalabalık, hanımlar zor yetişiyorlar müşterilerine. Biz de fazla yer işgal etmemek için borcumuzu ödeyip ayrılıyoruz. Hınkal ve gözleme 5 – 6 lira civarında, un kurabiyesi 4 TL.

 


Güney Köyü, Yalova Merkez İlçesi’nin güneyinde Samanlı Dağları arasındaki küçük bir düzlüğe 1880’li yılların başında kurulmuştur. 1878 Osmanlı – Rus savaşı (93 harbi) öncesinde Dağıstan’dan Sibirya’ya sürülen ve daha sonra kaçarak İstanbul’a gelen Şeyh Muhammed Medeni Başkanlığındaki 10-15 ailenin o zamanlar sazlık ve bataklık haldeki bu alana kurarak oluşturduğu bu ilk yerleşim zamanla 750 hanelik büyük ve planlı bir köy haline gelmiştir.

İlk adı “Almali” (Elma Alanı) olan köy, köy halkının birlik ve beraberliği ile imece şeklindeki çalışmalarla o dönemlerde Yalova ve Orhangazi gibi çevre merkezleri bile geride bırakan önemde “eğitim, kültür ve ticaret merkezi” haline gelmiştir.

Bu arada Osmanlı Padişahı V. Mehmet Reşat’ın özel ilgisi, köyün imarı ve gelişimine katkıları nedeniyle köyün Almali olan adı Reşadiye olarak değiştirilmiş, 1934 yılına kadar da bu adla anılmıştır. Bu yıldan sonra adı bir kez daha değiştirilerek Güney Köyü olmuştur.






Buradan ayrılmadan önce sıcak bir şey içmek için meydana bakan çay bahçesinde bulabildiğimiz 2 sandalyeye ilişip havuz başına kuruluyoruz. Çaylarımızı içiyoruz, 35 krş bardağı. Etrafı, geleni gideni seyrederek bizler de kendimize göre eğleniyoruz. O kadar kalabalık ki, hem bayram hem de galiba burası popülerleşmiş zaman içinde.

Trekking parkuruna girmekte olanların yanlarından geçerek (14:00) biz de yokuş aşağıya giden yola bırakıyoruz 2 tekerimizi. Birazdan bir yol ayırımında kala kalıyoruz, ama hangi yön? Yol soldan çıkıyor sağdansa iniyor. Kenarda çalışan ama pek de bilgisi olmayan birinden de pek faydalanamıyoruz. Derken geçmekte olan arabadakiler bize soldan Kurtköy’e sağdan da Yalova’ya gidildiğini müjdeliyorlar. Artık daha fazla tırmanmak isteğinde değiliz, mideler de zaten şiş. Sağdan bırakıyoruz kendimizi Yalova yönüne doğru. Ama yollar biraz karışıyor. Bazı yerler toprak oluyor, derken kendimizi Paşakent’te buluyoruz (14:40). Yalova’ya minibüsler falan kalkıyor meydanından. Anlaşılan burası böyle geliştirilmiş bir yeni kent durumları. Ne edelim, yokuş aşağıya inerek birazdan ana yola bağlanıyoruz. Amanım, bir trafik ki sormayın. İyi ki güvenlik şeridi geniş. Vız vız yanından geçiyor millet. Bir de süratliler. Sanki tabakhaneye bir şeyler yetiştirmekteler.

 

 
Rüzgar çok kuvvetli, üstelik de karşıdan. Yokuş aşağıya gitmemize rağmen süratimiz düşük. Yalova’nın dışından devamla Topçular’a doğru pedallıyoruz. Rüzgar daha da sertleşiyor. üstelik burası da düz yol. Yani bitmeyen bir yol halini alıyor. 14 km falandır herhalde iki noktanın arası ama bize çok uzun geliyor. Sonunda bu da bitiyor ve bisikletlerimizi 16:20 arabalısına yerleştiriyoruz.
İlk işimiz üst kata çıkıp birer çay içmek. Kurumuş gırtlağımızı yıkıyoruz 2 bardakla. 45 dk. sonra Eskihisar’dayız. Rüzgar kuvvetini iyicene arttırmış, durdun mu kalkmak için epey zorlanıyorsun. Yayalar bile uçarak gidiyorlar. Ahh bu rüzgar arkadan esse, nerede? Şimdi Gebze yokuşunu kolayca çıkardık. Ama biz rüzgara karşı pedallayarak son gelişimize göre kavşaklarda bir hayli değişiklik olmuş olan Gebze’ye, oradan da Bayramoğlu’na ulaşıyoruz. Nihayet evdeyiz. Buraya kadar Yeniköy’den 53 km yol almışız.