26 Ağustos 2010

[bisikletle]Türkiye: Kars - Akyaka - Arpaçay

20 Temmuz 2010, Salı / Kars - Ani - Akyaka

Sabah 6’ya doğru uyanıyoruz. Hava moral bozucu değil; günlerdir yağmurluydu da. Eşyalarımızı yerleştirip hazırlandık, kahvaltıyı yolda yapacağız. Nihayet tura çıkmanın keyfi ve heyecanı var üzerimizde. 7:15 gibi misafirhanenin kapısı önündeyiz, ama kimsecikler yok ortada. İyi ki ödemeyi akşamdan yapmışız. Depodan bisikletleri almamız lazım, fakat daha açılmamış. Off olduk, 8’e kadar beklenir miydi şimdi? Ne güzel erken çıkacaktık. Sorumlu Yasin Bey’i arıyoruz çaresizlik içinde. Kime sorsak bilmiyor, sonunda lojmanda oturduğunu ve en son bina olduğunu öğrenip kaldırmaya gidiyorum. Yasin Bey’i hazırlanmak üzere buluyorum. Ricamı kırmıyor ve benimle gelip kilidi açıyor. Aman, böyle durumlarda en beklenmedik şey lastiğin sönük olmasıdır. Neyse ki ikimizin de tekeri bomba gibi.

7:50, Kars’tan çıkış saatimiz. Hava halen serin, üzerimde yelek, Firuzan’da rüzgarlık var. Müze önünden Ani yönüne doğru sapıyoruz. İşe gitmek için araç bekleyenler, yürüyenler var. Zillerimizle selamlıyoruz. En sonunda yoldayız. Önümüze bir dörtyol geliyor; sol Ardahan, sağ Selim yazıyor. Bizim yolumuz düz devam ediyor.

Göz alabildiğince geniş bir ova var etrafımızda. Yolun durumu iyi, asfalt düzgün ve geniş. Bir iki benzincinin yanından geçerken çay daveti alıyoruz (dönüşte diye karşılık verdik, espri yaptık anlayacağınız) ama öylesine pedallama isteği içindeyiz ki, durmak aklımızdan hiç geçmiyor. 5 gündür bu anı bekliyorduk, şimdi yorulana kadar basalım düşüncesindeyiz.

Kars çıkışından sonra görülen 2 - 3 benzinciden başka bir mola yeri yok bu yolda. Su dolduracak çeşme de. O nedenle hazırlıklı ayrılın Kars’tan.








Eğim desen, yolda yok gibi. En fazla %6 gördük ki, o da bir iki yerde. Asfaltın durumu gayet iyi.

Kahvaltı için 15 km sonraki Yalınkaya’yı hedeflemiştik haritadan, ancak tabelası olmadığından girişi kaçırınca geri dönmeyip devam ettik. Biraz olsun açlığımızı bastırması için keçiboynuzu ve pestilden yiyerek pedallıyoruz. 16. km’de yol sol Halefoğlu, sağ Bulanık’a gidiyor. Düz devam edeceğimizi ve Ani’ye kadar bu yolun 45 km tuttuğunu bildiğimizden, tereddüt etmeden, hafif hafif, çıktığımızı bile fark etmediğimiz 20. km’deki Yahnidağ Geçidi’ne (rakım 1993 m) geliyoruz. Ee, bir hatıra resmi çekmeden buradan ayrılmıyoruz tabii.

Buradan sonra yol Ani’ye kadar dümdüz iniş. Sağda solda derlenmiş saman öbekleri. Gökyüzü pırıl pırıl, pamuk bulutlar üstümüzde. Bisikletlik bir hava. Bu uçsuz bucaksız ovada özgürlük duygusunu yaşıyoruz tam anlamıyla.




30. km’deki Subatan’a doğru yolumuz iniyor. Buradan sola Başgedik yolu ayrılıyor, asfalt olduğunu görüyoruz, devamında Akyaka olmalı. Biz ise askeriyenin önünden geçerek sürüyoruz bisikletleri. Aklımızda buraya uğramak vardı ama tahminimden daha içeride olduğunu görünce vazgeçtik. 36. km’deki Soylu Köyü’ne girip bir kahvaltı etsek, çay içsek diye sapıyoruz. Toprak bir yoldan köye ulaşıyoruz. Görünürde pek kimse yok, olanlar da çalışıyorlar. Bir kadına “Kahve var mıdır?” diye soruyoruz, “Yoktur” cevabını veriyor. Bir adama soruyoruz, “Vardır” diyor. Durumu pek anlayamadık. Sağımızdaki ağaç silme karga dolu. Ne iştir, etrafta pek çok ağaç olmasına rağmen bunu seçmelerinin sebebi nedir diye merak ederek önümüze çıkan birilerine daha sorduğumuzda, burada kahve bulunmadığını, böyle bir alışkanlıklarının olmadığını, zaten yazın 2-3 ay gibi kısa bir hasat döneminde kahveye zaman ayırmadıklarını şaşkınlıkla (ve hayranlıkla) öğreniyoruz. “Biz evde otururuz kışın da” diyorlar. Doğru ya, kar yağdığında nereye çıkacaksın ki, otur evinde sıcacık.

Bizim bu durumuza üzülen yaşlıca bir amca “Sizi çaya çağırırdım ama, evde bir ben, bir de ihtiyar kocakarı var, ne edeyim?” diyerek mazeretini bildirdi. Bir delikanlı, köye girişin karşısındaki Ahu Restoran’ı önerdi. Gündüzleri restoran, geceleri gazinoymuş – Dr. Jekyll & Mr. Hyde. Nedir, ne değildir pek anlayamadık ama, bilin ki böyle bir imkan da var yol üzerinde.

Bir kaç fotoğraf alıp çıktık köyden. Çevirmeye devam, yan yana gidiyoruz, yol boş, araç yok. 3 km sonra bir levha, Esenkent’e gelmişiz. Bir de şansımızı burada deneyelim diye köy girişindeki vatandaşa yine aynı soruyu soruyor ve aynı cevabı alıyoruz: “Kahve yoktur”. O sırada yolun karşı tarafında bulunan 3 Esenkentli bizi merak edip, hatta yabancı sanıp, konuşarak yanımıza geliyorlar. Aralarından birisi “Bunlar Ani’ye gidiyordur, yolu öyle tarif et” diyor. “Abi bunlar Türk” diyor ilk konuştuğumuz. Laf lafı açıyor ve bir sohbet başlıyor ayaküstü. Birden çay daveti alıyoruz. Canımız da zaten çay istiyordu. Bundan daha iyisi olamazdı. Sonrası şöyle gelişti: Hep beraber, yolun karşısındaki evlerinin önündeyiz. Bisikletler duvara yaslanıldı. 3 - 4 kişiyken, etrafımız birdenbire 7 - 8 kişi ile çevrildi. El sıkışmalar, hoş geldinler. Eve buyur edildik. Dışarıdaki sıcağa karşın içerisi serin. Koltuktaki yerlerimizi aldık. Evin küçük kızı Elif, Firuzan’ın yanına yerleşiverdi. Oda bir anda en az 10 kişiyle doldu. Ortaya bir yer masası konuldu. Üzeri peynir, yağ, kaymak, tahin helvası, domates ve lavaşla donatıldı. Çaylar da geldi. Bir yandan yemek yedik, bir yandan köylülerle nasıl da güzel bir sohbete girdik, sormayın. Kimi buraya nasıl geldiğimizi soruyor, kimi Beyoğlu İstiklal Caddesi’ni anlatıyor, kimi 50 yaşındaki babasına eş bulabilir miyiz diyor, kimileri de kendi aralarında şakalaşıyordu. Keyifle, neşeyle bir saatten fazla zamanımızı burada geçirdik. Odadakilerin kimi akraba, kimi komşu, kimiyse kardeş idi. Küçük Elif ise bir saat boyunca durmadan bir yetişkin gibi Firuzan’a soru soruyor, cevap veriyor, şaşırtıcı açıklamalarda bulunuyordu. Bu kısmını Firuzan’dan dinleyelim mi?

“Elif bıcır bıcır, hikayeler anlattı bana. Çıkarttı Kars Gezi Rehberi’ni, fotoğraflar gösterdi. Ne nedir, biraz açıkladı. Zeki ve espri kabiliyeti de yerinde. Okula nasıl gidiyorsun dedim. Kapısı var, oradan gidiyorum dedi. İkimiz de gülmeye başladık.”

Ev sahibi Veysel Kara’nın dayısı da Ani Örenyeri’nin bekçiliğini yapıyormuş. Dayıya selam götürmek üzere, bu güzel, cıvıl cıvıl insanların yanından ayrılıp, 5 km uzaklıktaki Ani’ye doğru tekrar pedal basıyoruz.







 



 


 
 

 


1475 metre yükseklikteki Ocaklı Köyü’ne doğru bisikletlerimiz kayıyor sanki. Hava olabildiğince güzel, keyfimiz tavan yapmış. Önümüze Ani’nin muhteşem kale duvarı çıkıyor. Büyüleyici bir an. Köy sağımızda kalıyor. Evlerin bahçelerindeki saman yığınları ve tezekten tepeler arasından geçiyoruz. Bekçi bizi karşılıyor. Kendisine Veysel’in selamlarını iletiyoruz. Şaşkın bir şekilde soruyor: “Nereden tanıyorsunuz?” “Az önce evinde misafirdik” diyoruz.

Bisikletleri bir kenara dayayıp, elimizdeki müze giriş kartlarına bile gerek görülmeden, duhul oluyoruz. İki yüksek duvar arasındaki yoldan ilerleyerek iç kale kapısından geçip, olabildiğince geniş bir alanda buluyoruz kendimizi. Gözümüze birbirinden uzak tek tük yapılar çarpıyor. Her bir yapının önüne açıklayıcı bilgiler yerleştirilmiş. Çok fazla sayıda olmamakla birlikte, yerli ve yabancı turistlere rastlıyoruz. Anlatılacak gibi değil, mutlaka görülesi bir yer. “Zamanında kim bilir nasıldı?” diye düşünerek hayretle gezimizi sürdürüyoruz. Yol bizi Ebül Manüçehr Cami’ne doğru götürüyor. Sağlı sollu atölyelerin duvarları dikkat çekici. Camii kenarına vardığımızda ağzımızı açık bırakan enfes manzarayı tarif edeyim: Altımızda Arpaçay gürül gürül akarken karşımızda Ermenistan toprakları ve önümüzde inanılmaz görkemli bir tarihi eser.

“İçeri adımımı atar atmaz pencere boşluklarından esen rüzgar, bugüne kadar yaşanmışlıkları içeri fısıldıyor sanki. Hoş bir ürpertiyle zamanda bir yolculuğa çıkmak için uğraşıyor zihnim. Buraya giren çıkanları, o günkü kıyafet ve görünümlerini gözümde canlandırmaya çalıştım. Hayata bakışları nasıldı acaba? Hele yaşam kumbaralarındaki birikimleri; çok merak ediyorum. Ben aya değil, geçmişe bir yolculuk etmek isterdim.”
Ebül Manüçehr Cami; içi muhteşem, çok etkileyici. Sütunlar dikkat çekici güzellikte. Pencerelerden bakıyoruz; baş döndürücü bir yükseklikteyiz. Bol bol fotoğraf çekiyoruz. Her ikimiz de o kadar çok etkileniyoruz ki, epeyce vakit geçiriyoruz burada. Başka ziyaretçilerin gelmesi üzerine ayrılıp etraftaki diğer yapılara da giderek, gezimizi sürdürüyoruz. Bazı binaların dışarıdan veya içeriden yıkılmaya karşı desteklenmiş olması gözümüzden kaçmıyor. Hatta bir yapının duvarı tamamen çelik konstrüksiyonla taşınıyordu. Sıcağa karşı kafamıza bir şapka almamış olmanın verdiği rahatsızlık ve önümüzde daha yolumuz olmasından, ayrılmak üzere bisikletlerin yanına dönüyoruz. Son bir kaç fotoğraf çekip, güvenlik görevlisine veda ederek, Ani’yi arkamızda bırakıyoruz. Kimine göre Ani, kimine göre Anı, hangisi doğru bilmiyorum ama güzel bir anı olarak hafızamıza yerleşiyor burası.

Ani adının kökeni konusunda farklı görüşler vardır. Pers mitolojisinde aşk ve doğurganlık tanrıçası olan Anahita’ya atıf yapılır. Kimi metinlerde ise Ani’nin Ermenice bir kadın adı olduğundan söz edilir. Ani; İran, Eski Yunan, Ermeni, Selçuklu, Gürcü, Arap, Seddat ve Anadolu’da yaşayan diğer kültürlerin ortak değeridir.

Ani kenti binlerce yılı aşan köklü tarihi boyunca sırasıyla Hurriler, Urartular, Kimmerler, İskitler, Karsaklar, Sasaniler ve Araplar gibi halklara 8. yüzyıl başlarına kadar ev sahipliği yapar. İpek Yolu’nun Anadolu’ya kuzeyden girdiği noktada bulunan şehir ticaretle gelişir.
732’de, Ermeni Bagratlı Krallığı dönemi başlar. Kral III. Aşot Ani’yi 732 yılında bir Ermeni beyliği olan Bagrati Krallığı’nın başkenti yapar. Kent siyasi ve ticari anlamda gücünün zirvesine çıkar. 100 bine yakın nüfusuyla İpek Yolu boyunca Kafkasya, Orta Asya ve Çin’e kadar uzanan bir ticaret ağının ana duraklarından biri haline gelir.

1064’te Alparslan’ın Ani’yi ele geçirmesiyle kent Selçuklu medeniyetiyle tanışır. 1124’te Gürcü egemenliğine geçer. 1239’da Moğol istilasını yaşar. Bu istila büyük tahribata yol açar. Kent ticari önemini yitirmeye başlar. Bir süre çeşitli Osmanlı beyliklerinin hâkimiyetinde kalır. 1534’te Osmanlı Devleti, Ani’deki tek hâkim güç haline gelir.

Ümit Burnu’nun keşfi ve ticaret yollarının denizlere kaymasıyla İpek Yolu’nun önemi azalır. Bu durum, Ani’nin Moğol istilası ve depremlerle etkisini zaten kaybetmiş olan ticari önemini daha da zayıflatır.

15. yüzyılda kent terk edilmeye başlanır.
 1877–78 Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında 40 yıl Rus egemenliğinde kalan kent, 1921’de Ruslardan geri alınır.
Daha fazla bilgi için: Kars Kent Rehberi


 

 

 



Ebu Manuçahr Cami (Ebül Manüçehr), Anadolu’da günümüze kadar ayakta kalabilmiş en eski Selçuklu eseridir.
Cami, Selçukluların 1064’te Ani’yi fethinden sonra hüküm süren Şeddatoğulları zamanında Ebu Manuçahr tarafından yaptırılır. Çatı, iç hacmi onbir bölmeye ayıran altı bağımsız sütunla desteklenmiştir. Bugün, bu bölmelerin sadece altısı ayaktadır. Bölmelerin her birinin tavanının tasarımı, bir diğerinden farklıdır ve çok renkli taş kakmayla süslenmiştir. Minarenin günümüzde tamamen açık olan tepesine, bir sütunun etrafına sarmalanan dik bir merdivenle çıkılır. Mihrabı bulunmayan caminin iç duvarındaki niş kıblenin yönünü gösterir.
1906'ya kadar yakında oturan köylüler tarafından kullanılmış olan cami, aynı yıl Nikoli Marr'ın kazı bulgularını barındırmak üzere kazı deposuna çevrilmiş olsa da, yağmalanmaktan kurtulamamıştır.
 

 
 





 




Ocaklı Köyü çıkışında bisikletli 2 delikanlı eşliğinde bir süre gidiyoruz, onlar yanımızdan ayrıldıktan sonra daha genç bir grup bize katılıyor. Bir müddet de onlarla pedallıyoruz. Sonra biz aynı yoldan Esenkent’e kadar devam ettik. Burada Veysel’in almayı unuttuğumuz cep telefonunu kaydediyor, bir kez daha vedalaşarak Akyaka’ya gitmek üzere asfalttan ayrılarak sağdan toprak yola sapıyoruz. Burasının kestirme olduğunu, ciddi bir mesafe kazanacağımızı söylemişti Veysel. Toprakmış ama arabaların gidebileceği durumda. Sonrasında 28 km olduğunu öğreneceğimiz bu yol, zaman zaman düzgün, zaman zaman taşlı.

Geniş, muhteşem bir ovanın içinden kıvrılarak ilerlerken yolumuza çıkan bir kamyon şoförünün karpuz ikramını istemeyerek geri çeviriyoruz. Biraz heyecanlıyız, bu toprak yolun ne kadar süreceğini bilemediğimizden. Acaba asfalt yoldan Subatan’a kadar gidip, oradan mı Başgedik’e gitseydik, yoksa...?!

Düşüncelere dalmış giderken, Firuzan’ın ısrarlı zil sesi üzerine dönüp bakıyorum.
“Müjdeee, bir patlak lastiğimiz oldu! Ama güzel bir yerde başımıza geldi: Etrafımızda yemyeşil ağaçlar, hava tertemiz. Bırakın arabayı, insan bile yok ortalıkta. Burası bizim için rezerve edilmiş sanki. Patlak lastiği dert etmiyorum hiç...”

Hemen çantalar çıkartıldı, arka teker söküldü. Patlağa eski bir yamanın açılması sebep olmuş. Yeni iç lastik takılırken, yoldan geçerken bizi gören Tuncay Bey yanımıza geldi. Nazik bir şekilde yardımcı olurken, sanki kırk yıllık dostmuşuz gibi sohbet ettik.




Patlak tamiratı sonrası yol bizi bir köye getirdi. Bayraklar’mış burası. Saat da 4 olmuştu. Sonradan adının İshak olduğunu öğrendiğimiz bey bizi çaya çağırdı. Hiç kaçırır mıyız? Aklımızdan geçen de buydu. Evlerine girip taburelerde yerimizi aldık. Gelini Ceylan, kızı Hülya, torunları Yasin ve Eylül’le. İshak Bey’in 10 çocuğu varmış. Maşallah demeli.

İnsanımız sadece bir çayla bırakmak istemiyor misafirini. Mutlaka bir şeyler de yediriyor. Hemen önümüze bir kahvaltı sofrası çıkartıveriyorlar. Neler neler: domates, zeytin, reçel, çeçil peyniri, tereyağı (kendi ürünleri, sıvı şeklindeydi) ve lavaş ekmeği.

Hem yiyor hem de muhabbet ediyoruz. İshak Bey güler yüzlü ve konuşkan. Ankara’da oteli varmış. Küçük Eylül’le en çok halası Hülya ilgilenirmiş. Sevdiği çok belliydi, bizim yanımızda da öpüp koklayıp durdu devamlı yeğenini. Yasin, annesi Ceylan gibi sessiz ve utangaç. Gelinin gülerken gözlerinin içi ışıldıyor. Ama kayınpederin yanında dut yemiş bülbül gibi kızcağız.

Kayınpederden uzak, sesi biraz daha çıkar oldu diye anlattı Firuzan.

“Aceleyle, yine de oldukça alçak bir sesle, çektiğiniz fotoğrafları nereden göreceğim, diye sordu. Ben de onun hayat sahnesine dahil olduğumun bilincinde, kadıncağızın eline blog adresimizin de olduğu kartı avucunun içine tutuşturuverdim. O da kartı, şu anda tam hatırlayamıyorum, bir şeyin arasına ya hızla katık etti ya da bir yerlere tıkıştırdı. Bir gözüyle kayınpederi takip ederek... Ah, ne ataerkil ne de anaerkil olsa toplumumuz... Kadınlar, erkekler birbirimizle ortak bir paylaşım içinde yaşasak ya?”

İshak Bey bizi yatıya davet ediyor ancak akşam Akyaka’da olmak istediğimizden nazikçe geri çevirmek zorunda kalıyoruz. Yol tarifi alıyoruz kendisinden. “Toprak yoldan devam edin, küçük bir dereden geçeceksiniz, bilesiniz.” diyor. Burada öğreniyoruz ki, Subatan’a kadar geri gidip oradan Başgedik’e giden asfalt yolu seçmiş olsaydık bile, sonrasında yol, gene toprak olarak devam edip, bizim şimdi bağlanacağımız yere gelecekmiş. Yani pek yanlış yapmamışız Esenkent’ten sapmakla.

Hatıra fotoğrafı çekip, cep telefonları alıp, saat 5 gibi ayrılıp yolumuza devam ettik.
Yol üzerindeki köprüde çocuklar balık tutuyorlar. Minik minik balıklar, çocukların ellerinde kısa hayatlarının sonunu beklemekteler. “Atın onları suya geri ki, biraz daha büyüsünler” diyoruz. Umarız kulak vermişlerdir bize.


 


 

 

Dut yemiş bülbül: Çıkış noktası çok az bilinen, insanın bir anda suskunlaşmasını ifade eden deyim. "Dut yemiş bülbül" benzetmesinin gerekçesi ise şudur: Bülbül, dut mevsiminde yavrular. Dişi bülbül, yavru yumurtadan çıktıktan sonra yuvayı terkeder. Yavruyu beslemek babaya kalır. Erkek bülbül bütün gün yavruya yiyecek taşır. Bu aktiviteden dolayı akşamları yorgun düşer ve dut mevsimi geceleri, bülbüller sadece garip bir "cik cik cik" ötüşüyle bu yorgunluklarını ifade eder. Normal zamanlarda bülbüller, geceleri çok güzel melodiler çalarlar. Bülbülün bu sessizliğinin dut mevsimine denk gelmesinden dolayı "dut yemiş bülbül" denilmiştir, yoksa bülbülün dut yiyerek susması falan yoktur işin içinde.

Kestirme diye girdiğimiz bu toprak yol bir türlü bitmiyor. Patates ve şeker pancarı tarlaları arasından geçip bir dereye çıkıyoruz. Ne edeceğiz, dereyi nasıl geçeceğiz düşünceleri içerisindeyken, bisikletli bir çocuk bize yolunu, yöntemini gösteriyor. Velespiti sudan iterken, sen de kayaların üzerinden geçerek karşıya varıyorsun. Bu kadar basit bu iş. Önce ben, sonra Firuzan bu yöntemle dereyi aşıyoruz. Bizi gören ve merak edenler evlerinden çıkıp yanımıza varıyorlar. Neredensiniz, nereye gidersiniz gibi sorular, çay davetleri vs. Bisikletlerin önüne astığımız plakada turumuzun çok kısa bir özetini yazmış olmak işe yarıyor. Pek çok kişi bunu okuyarak bilgi edindi. Bu da bize kolaylık sağladı. Buranın Hamzagerek olduğunu öğreniyoruz. Bugünün arpa biçme günü olduğunu söylüyor kadınlardan biri Firuzan’a. Traktörlerin tren gibi nasıl römorkları çektiklerini görmeliydiniz.

Tekrar uçsuz bucaksız bir yoldayız. Hafif iniş, hafif çıkışlar var. Her seferinde büyüleyen müthiş bir manzara burada gördüğümüz. Ara sıra yol kenarında ot biçen köylüler, selamlaşmalar, inek sürüleri, dört nala koşan atlar. Nasıl söylesem? Hiç bu kadar güzel bir yer görmedik desem yerinde olur. Havanın ferahlığı ve bu saatin sıcak ve yatay gelen ışığıyla etraf öylesine güzel aydınlanıyor ki. Bir tablo önümüzde akıp gidiyor.

Küçükpirveli’ye girmeden, soldan Akyaka yönüne dönüyoruz. “Kısa bir tırmanışla çıktığımız tepe noktasında mola verelim ve şöyle etrafı bir güzel seyredelim.” Duruyoruz. Bir elmayı paylaşıp, cevizli pestil ile enerjimizi tazeliyoruz. Birkaç fotoğraf sonrası etrafın büyüsünden kendimizi kurtardığımızda, tekrar pedalları döndürmeye devam ediyoruz. Dümdüz bir yoldan, gene ekili biçili alanlardan ve kavak ağaçları arasından Kayaköprü’ye geldiğimizi öğreniyoruz.

Sağımızda akan Kars Çayı’ymış. Önümüzdeki köprüyü kullanarak üzerinden geçiyoruz. Solda dikkat çekici bir yapı. Zamanın önemli bir konağıydı belki de.

Burada da yollar kaz dolu. Öyle de çok ki. Bunlar bir de grup halinde dolaşıyorlar hep. Yolun sağında damda çalışan iki kişinin “Nerelisiniz?” sorusuna “Uzaylıyız” cevabımız onlara inandırıcı gelmiyor. Hiç benzemediğimiz söyleniyor. Gülüşmelerle yanlarından uzaklaşıp kaz güden çocuklarla selamlaştıktan sonra bir asfalt yola çıkmış bulunuyoruz. Off be diyorum, nihayet! Sağa sapsanız Demirkent’e gidiyor bu yol. Haritadan sola sapmamız gerektiğini düşünüyorum (Kuyucuk yazıyor tabelada). Haklı da çıkıyorum, çünkü az sonra Akyaka levhası bize sapacağımız yeri gösteriyor.





 

 




Gene birazı toprak, birazı çakıl, birazı asfalt bozuk ve tozlu bir yola girip Akyaka’nın binalarını görüyoruz. İlk önce okul ve sonra sevimli bir istasyon binası ilişiyor gözümüze. Aynen kartpostallardaki gibi. Saat da 7 olmuş bu arada. Km saati 84’ü gösteriyor. Öğretmenevini soruyor ve aldığımız tarif üzerine sağdan devam ederek uzunca bir bulvardan ilerlemeyi sürdürüyoruz. Dikkatimizi market bolluğu çekiyor. Böyle küçük bir yer için amma çok! Solda büyükçe bir Atatürk heykeli. Jandarmanın önünden geçip neredeyse ilçenin dışına çıktık. Nerede bu öğretmenevi diye bakınırken yanımızda duran polis otosunda halen bekçinin bulunmasına çok şaşırıyorum. Benim bildiğim bekçilik kaldırılmıştı. Zaten bu da sonuncusuymuş, dediler. Neyse polis bizi merak etmiş olmalı ki kimliklerimizi soruyor. Biraz yadırgasam da, çekinecek bir şey olmadığından lisanslarımızı kendisine uzatıyorum. Temiz görünüşümüz ve kimliğimiz kısa zamanda kontrolün tamamlanmasına ve ardından bir sohbete dönüşüyor. Merak tabii, kimdir bunlar... Ehh resmiyet de var, sorgu sual - olacak o kadar televizyonu.

Öğretmenevi geride kalmış meğerse, hemen dönüp, demir giriş kapısında bisikletleri boşaltıp, eskiden okul olan binanın duvarına yaslıyoruz. Bahçede sağda solda kameriyelerin altında oturanlar. İçeride “müdür” yazan odaya girip kendimizi tanıttıktan sonra, boş oda bulunması üzerine kendimizi 4 no’lu odaya atıyoruz. Az yol gelmedik. Sabah 6’dan beri ayaktayız, artık dinlenmek, biraz temizlenmek istiyoruz. Sıcak su elektrikle sağlanıyor. Odada havlu yok, daha doğrusu banyoda bir tane asılı ama bana temiz gelmedi. Yenisi de yok (biraz garip). İyi ki yanımızda var. Her neyse, sırayla sıcak suyun altında temizlenip biraz olsun rahatlıyoruz.

Oda büyükçe, 4 yatak var. Çarşaflar temiz, etraf da temiz ama lüks aramamak lazım, neticede öğretmenevi. Gerçi bazı illerde öylesine rastlayacağız ki sanki çok yıldızlı otel.

Sıra akşam yemeğine geliyor. 2 seçenek varmış ilçede. Bunları görmeye gitmeden önce geceleme parasını ödememiz gerekiyor, adam başı 11 lira (devlet memuru fiyatı). İlk lokantada pek bir şey kalmamış yiyebileceğimiz, tek seçenek menemen. Bir de diğerini yoklayalım diyerek devam ediyoruz. Orada menemen bile olmayınca, ilkine geri dönerken yolda bize Almanca laf atan vatandaşla Almanca konuşarak gırgır yapıyoruz. Münih’te yaşamış veya halen yaşıyor. “Dönerken çaya gelsenize” diyor.

Yemek sonrası karpuz mu kavun mu, kararsız kaldık. Önce bir doyalım da öyle bakarız diye pastane-lokanta olan mekanda siparişlerimizi beklerken sahibiyle de tanışıyoruz; Mürtüz Bey. 22 yıl Rusya’da çalışmış, Enka personel müdürü olarak. 4 çocuğu var: Vildan, Perihan, Ali ve Ogün. Eşi Ayler Hanım’la birlikte burasını yeni açıyor, bir tarafı pastane diğeri lokanta olacakmış. Belki de pansiyonculuğa da başlarım diyor. Aslen buralı, Esenyayla Köyü’nden. Gayet girişimci, bilinçli ve kararlı görünüyor.

Yemeğimiz sırasında masamıza gelen jandarma astsubayı ile laflıyoruz. Turizm okumuş sonra sınavla askeriyeye geçmiş. Burada görev yapıyor, aslen Afyonlu. Derken kaymakamın yazı işleri müdürü Coşkun Bey de katılıyor aramıza. Sohbet iyicene derinleşiyor. 

Ermenistan-Azerbaycan ilişkileri, ölen belediye başkanı (evet birkaç ay önce buranın başkanı bir trafik kazasında hayatını kaybetmiş. Çok da sevilen biriymiş. Baş sağlığı dileriz), ilçedeki tarım durumu, Av. Subutay Bey, özetle Akyaka’nın dedikodusu. Evet, bu konuşmalar sırasında öğreniyoruz ki gelirken beğendiğimiz o güzel yapı, hani köprü üzerinden geçerken solda dikkatimizi çekti demiştik ya, orası Av. Subutay Bey’in eviymiş. Köklü bir aile, buralı. Bir yanı da eskiden değirmenmiş oranın.

Bu şekilde saati de 10 ediyoruz. Karpuzumuzu da yedikten sonra odamıza dönmek için lokantadan ayrılıyoruz, masaya yediklerimizi için 10 lira bırakarak.

Kaymakam ve belediye ile görüşmek için ertesi gün de kalmayı ve Mürtüz Bey’in bizi Doğu Kapısı’na götürme teklifini kabul etmeyi düşünerek günümüzü sonlandırıyoruz. İyi geceler.



Kars – Ani - Akyaka
Uzaklık: 84,5 km
Süre: 6 h 27'
Ortalama hız: 12,9 km/h
Rakım: 1463 – 1991 m
Hava sıcaklığı: 20 – 40 °C

Garmin yol bilgileri için: Kars-Ani-Akyaka


21 Temmuz 2010, Çarşamba / Akyaka

Sabah alışkanlıktan fazla uyumadan 7:30 gibi gözümüzü açıyor, dışarıda güzel bir günün olacağı sevinciyle günün programını çıkartıyoruz: kahvaltı sonrası kaymakamlık ve ardından belediye öncelikli. Sonra da Doğu Kapısı ve ilçenin gezilmesi.

Ben ekmek almak için fırına giderken Firuzan da kahvaltı sofrasını hazırlıyor. Kameriyenin altında edilen bu kahvaltıya (Kars’tan aldıklarımız bize yetiyor) kazlar da katılıyor. Onlar da çimlerin üzerinde bulduklarını özenle ayıklayarak karınlarını doyuruyorlar.

Sonra evraklarımızı yanımıza alıp Coşkun Bey’in yanına varıp sonra da kaymakam Karahan Bey ile görüşüp projemizi sunuyoruz. Bu arada beklerken pek çok yönetici ile de tanışma fırsatı buluyoruz. Herkes konuya çok ilgi gösteriyor. Özellikle İlçe Özel İdare Müdürü Oktay Bey. Kaymakam Karahan Bey’in tayini çıkmış, Kars vali yardımcılığına. Konuşkan ve samimi tavırları bizim üzerimizde sıcak bir etki bırakıyor. Kendisine yeni görevinde başarılar dileriz. İlçe ve bölgeye ait yararlı bilgiler ediniyoruz. Belki burada bulunmayacak gelecek sene ama, bisikletle ilgili bir şeyler söylemiş ve aklına konuyu sokmuş olmak istedik. Aşı yapmak gibi, ya tutarsa.

Çıkışta Mürtüz Bey’e uğrayalım da Doğu Kapısı’na gitmek istediğimizi söyleyelim diyor Firuzan. Mürtüz Bey’i tam dükkanda montaj işleriyle meşgul bir şekilde yakalıyoruz. “O zaman hemen gidelim, çünkü öğleden sonra Kars’a ineceğim” diyor ve arabasına atladığımız gibi Demirkent üzerinden sınır kapısına ulaşıyoruz.

Burası ziyarete kapalı, ancak özel izinle giriliyor. 1993 yılına kadar buradan Ermenistan’a trenle geçiş varmış. Ancak Dağlık Karabağ ve başka nedenler yüzünden nisan ayında kapı kapatılmış. Bu günlerde açılacak diye bir söylenti dolaşıyormuş. Akyakalılar dört gözle bunu bekliyorlar, çünkü bölgeye bir hareketlilik getireceğine inanıyorlar. Aksi durumda göçü engelleyemeyiz deniliyor.

Güvenlik hattını geçip karakol komutan yardımcısı tarafından karşılanıyoruz. Misafir odasında bir çay ve soda eşliğinde dinlendikten sonra karakol gezdiriliyor ve ardından kuleye çıkıp etrafı askeri dürbünle tarıyoruz. Karşısı çok yakın. Ermenilerin karakolu ve kuleleri var. Eminim onlar da bizi dikizliyorlardır. Daha sonra bekçi köpeklerine bakıyor ve ziyaretimizi fazla uzatmadan bitiriyoruz.

İlçede Mürtüz Bey’den ayrılıyor ve akşam için sözleşiyoruz. Saat da öğlen olmuş, belediyeyi yemekten sonraya bırakıyor ve dün akşam gidip de yemediğimiz Çağlayan Lokantası’nda kuru fasulye-pilav için uğruyoruz. Gerçekten de yapmış. Yanında 1 tabak da salata ikram. Buralarda bu bir gelenek. Bu sefer de 10 buçuk liraya doyurduk karnımızı.



Belediyenin binası lokantaya çok yakın, neredeyse karşı karşıya. Başkanın odası 2. katta. Yardımcısına kartlarımızı verip görüşme isteğimizi iletiyoruz. Az sonra odasındayız, konumuz bisiklet. Bizi ilgiyle dinliyor ve nasıl yardımcı olabileceğini soruyor. Özellikle konaklama imkanları gibi konulara dikkat çekiyoruz.

Binaya girerken Av. Subutay Bey’in yazıhanesini görmüştük. Başkan Hayrullah Bey’e soruyoruz, burada mıdır? Maalesef olmadığı çıkıyor ortaya. Çaylarımızı da içtikten sonra başkana teşekkür edip ayrılıyoruz yanından.

Hazır buralardayken tren istasyonuna gidip biraz bakınalım diyor Firuzan. Bu sene başından beri her gün işlemekte olan Kars-Akyaka treni artık çalışmıyormuş. Bu durumdan pek çok kişi şikayetçiydi. Ulaşımda hem ucuz hem de kolay bir olanak olduğunu, iptalin nedenini bir türlü anlayamadıklarını söylediler. İstasyonda bir iki hatıra resmi çekip bisiklet tamircisi olana Ziyeddin Usta’ya uğrayalım diyoruz, Oktay Bey’in selamını götürmek üzere.

Evet, her türlü motorlu aracı tamir eden bu atölye, son zamanlarda bisiklet de tamir ediyormuş. Baba oğulun çalıştığı bu iş yerinden de bir resim alarak ayrılıyoruz. Aralardan, köpeklerin yanlarından geçerek ana caddede ilerlerken, yanımızda duran siyah bir arabadan (dikkatlice baktığımızda başkanın makam aracıydı) inen şoför, bizi Av. Subutay Bey’e gitmek üzere başkanın davet ettiğini söylüyor. Hayrullah Bey’le birlikte Kayaköprü’deki o güzelim eve doğru yol alıyoruz. Kapıyı Subutay Bey açıyor, oğluyla birlikte. Eşi Akyaka’daymış şu sıralarda. Bizi Kars Çayı’na bakan balkonda ağırlıyorlar. Birazdan çaylar geliyor ve biz Subutay Bey’in anılarını dinliyoruz. Laf lafı açıyor, eskilerden günümüze kadar geliniyor. Bu binada bir pansiyon tarzı işletme düşündüklerini, bu amaçla eski değirmeni de tekrar çalıştırmaya niyetleri olduğunu söylüyor. Evi gezdiriyor ve bu esnada duvardaki fotoğraflar üzerinden ailenin geçmişini de öğreniyoruz. Her şey çok güzel burada. Umarız biz gelene kadar düşünceleri hayata geçer ve konaklamayı burada yaparız. Akşam yemeğine kalmamızı isteseler de, yarın erkenci olduğumuzdan özür dileyip ayrılıyoruz. Aynı şekilde başkanın da davetini geri çevirmek zorunda kalıyoruz.

Dönmemiz saat 5’i bulmuş, daha Esenyayla Köyü’ne gitmek istiyorduk, Mürtüz Bey’in abisi Cihangir Bey’le tanışmak için. Bisikletlere atlayıp 4 km uzaktaki köye pedal çeviriyor rüzgara karşı savaşıyoruz. Köyü biraz dolaşıp, köylülerle tanıştıktan sonra bir resim alıp havanın sertleşmesini beklemeden ayrılıyoruz. Dönüş kolay, çünkü rüzgar arkadan bizi itiyor adeta.

Odaya döndüğümüzde eşyalarımızı ve yıkayıp kurumaya astıklarımızı şöyle bir toparlayıp hazırlığımızı yapıyoruz. Derken öyle bir yağmur başlıyor ki, sormayın. Yağmurlukları giyip 8:30’a doğru yemeğe çıkıyoruz. Mürtüz Bey’in hibrit lokantasına, Çağdaş Kafeterya ve Pastanesi. Yayla çorbası ve menemen, yanında acı biber turşusu. Karnımızı doyurup çayımızı da içtikten sonra çekilen son bir anı fotosuyla vedalaşarak yanlarından ayrılıyoruz. Bu gece bizi misafir ettiler.

Çıkışta yağmur dinmiş, ama biriken sulardan dikkatli geçmemiz gerekiyor. Her yer karanlık çünkü.

Saati sabah 6’ya kurup ışığı kapatıyorum. Yarın Arpaçay var hedefimizde.


 

 



 

Akyaka – Esenyayla - Akyaka
Uzaklık: 8,3 km
Süre: 34'
Ortalama hız: 14,6 km/h
Rakım: 1476 – 1517 m
Hava sıcaklığı: 24 – 26 °C
Garmin yol bilgileri için: Akyaka-Esenyayla-Akyaka


22 Temmuz Perşembe / Akyaka - Arpaçay

Alarmın çalmasından çok önce uyanıyoruz, saat 5:30. Kalktık, haydi hazırlanalım diyerek eşyaları çantalara yerleştirmeye başlıyoruz. Sıra buzdolabındaki peynirlerin alınmasına geliyor. Hoppala mutfak kapısı kilitli. Personel de yedi buçuktan önce gelmiyor. Ne edeceğiz, bu kadar da erken hazırlandık, ne güzel yola çıkacaktık! Aklımıza müdürü aramak geliyor, telefonunu almıştık konuşmalar sırasında. Saat da erken, uyanmışımdır tereddüdü içinde arıyoruz. Neyse Settar Bey’in telefonu açılıyor ve az sonra orada olacağını söylemesi içimizi rahatlatıyor. Beklerken biz de pehlivanlar gibi yağlanıyoruz. Vücuda 30 faktör, yüzümüze 50 faktör koruma sürüyoruz. Farkında olmadan öyle bir yanıyorsunuz ki. Burun zaten domates gibi. Bacakların örtülü kalan yerinden belli ne kadar karardığınız. Lekeli bohça durumlarındayız.

Saat 7’de yola çıkmış olduk. Hava kapalı. Akyaka’dan hafif bir çıkışla ayrılıyoruz. Sandığım kadar serin olmadığını görüyorum havanın, terlemeye başladım bu çıkışta. Yeleğimi çıkartıyorum. Bu arada geriye son bir bakış ve bir kaç foto. Sabah erken olmasına rağmen fazlaca araç geçiyor. Bugün Akyaka’nın pazarı var, bir iki kamyonet sebze yüklü. Aslında pazarda bulunmak çok istemiştik ama zaman kaybımız olacaktı. Zaten sabah erken çıkmayınca yol almak da mümkün olmuyor. O hızla gidiyorsun, yoksa bir tembellik geliyor ve performansı düşüyor insanın.

Yolun durumu iyi, asfaltta yer yer yamalar var ama sorun oluşturmuyor. Etrafımız uçsuz bucaksız bir düzlük. Böylesine geniş bir ova çok etkileyici. Bütün bu bölge anlaşılan bu şekilde geçecek. Hava bulutlu, uzaklarda belli ki yağmur yağıyor. Bizi bakalım bu bulutlar yakalayacak mı endişesini taşıyoruz. Geçtiğimiz günlerde gördük ki yağmur iyi yağıyor. Zaten meteoroloji de yağmur gösteriyordu. Yolumuz fazla eğimli değil, bazen en fazla %6’lık çıkış ve inişler yaşıyoruz. Genelde düz giden bir yol. Gelen geçen araçlarla selamlaşıyoruz. Bu ilgi çok da güzel geliyor insana, tabii yorgun değilsen veya rampada anan ağlamıyorsa. Bu sabah da kahvaltısız çıktık. Yolda ederiz diye yanımıza hazırladık bir şeyler. İki tane köy sapağını geçiyoruz. Bu şekilde giderken arkamda büyük bir gürültü. Dönüp baktığımda dev bir iş makinesinin yaklaştığını görüyorum. Firuzan önde durmuş videomu çekiyor.

Yol kenarında otlayan inekler bizi hiç dikkate almıyorlar. Ben de onlara anladıkları dilden sesleniyorum “Möööö...”, hemen başlarını kaldırıp kim bunlar diye şaşkın şaşkın bizi izliyorlar. Burası onlar için cennet olmalı. Kars’ta şehrin kenarlarında otlayan inekleri düşünüyorum, bir de bunları. Aradaki sütün farkını hesaplayın.

Yolumuz yokuş aşağıya inerken ileride bir köprü beliriyor. Yanına vardığımızda akan nehrin coşkusu karşısında durup resim çekmek geliyor içinden insanın. Çok güzel bir manzara var önümüzde, havadaki ışığın da etkisiyle. İkimiz de bir kaç kare alıyor ve soldaki askeriyenin önünden geçerek devam ediyoruz. Gene kaz sürüleri yollarda. Sabah gezintisi olmalı, yanlarından geçerken mutlaka birisi bozuk atıyor ve gagasını sinirli bir şekilde uzatıyor. Bunların insanı kovaladıklarını bilirim. Kaz deyip geçmeyin.








Yol boyunca kenarda mor çiçekler, hatta mor papatyalar var. Birden Kuyucuk Gölü çıkıyor önümüzde. Daha doğrusu biz öyle olduğunu tahmin ediyoruz, çünkü bir tabela bile koymamışlar (sonra diğer uçta ters yönden gelenin göreceği bir tabela gördük). Bu denli önemli bir golün tanıtımı yapılmaz mı?!!! Merakla pedallarken yola yakın duran bir ördek veya kaz sürüsü havalanıyor. Göl çevresi değişik kuşlarla kaplı. Duruyoruz ve yanımızdaki dürbünle etrafı gözlüyoruz. Her yerde tanımadığımız kuşlar. Bazıları suyun üstünde yüzüyorlar. Okuduğumuz kaynak yabani kaz, ördek, karabatak, leylek ve çeşitli yaban kuşlarının yaşadığını söylüyor. O nedenle bölge Ramsar alanı ilan edilmiş (Türkiye’nin 13., Doğu Anadolu’nun ilk ve tek) ve koruma altında. Kafkas Üniversitesi ve Kuzey Doğa Derneği her yıl nisan ve mayıs aylarında gözlem ve halkalama için burada çalışıyor. Bölgede, Iğdır dahil 300’ün üzerinde kuş türü var ve bunların yarısı halkalanmış bile. Bu çalışmalara katılmak isteyen derneğin sayfasına bakabilir: Kuzey Doğa

Göl 219 hektar bir alan kaplıyor ve deniz seviyesinden 1627 m yükseklikte düz bir ovanın ortasında konumlanmış. Kaynak sularıyla beslenir ve en derin yeri 13 m’dir. Ancak su asitli olduğundan balık yetişmemekte. Daha fazla bilgi için bakınız: Kuyucuk Gölü

Ramsar alanı, sözleşmeyle koruma altına alınmış alanları ifade eder. Ramsar, İran’da bir şehirdir. Sözleşme Ramsar'da imzalandığından bu adla anılır.

1971 yılında birçok ülke tarafından imzalanan Ramsar Sözleşmesi sulak alanların korunması yönünde atılmış önemli bir adım. Tüm sulak alanların korunmasına birincil öncelik sağlanması, sulak alan ekosistemlerindeki biyolojik çeşitliliğin sürdürülmesi yönünde gerekli önlemlerin alınması bu görüşmeler sonucunda karara bağlandı. Ramsar Sözleşmesi'ne Türkiye 1993 yılında imza attı. Türkiye'de 19'u önemli olmak üzere 250'yi aşkın sulak alan sözleşme kapsamına alındı.

Sözleşmenin maddelerini okumak isteyenler için: Ramsar, Sulak Alanların Korunması Yönetmeliği





Gölde durmuşken biraz da karnımızı doyurmak için Etiform üzerine peynir ile kızılcık + dut pestili takviyesi yapıyor ve devam ediyoruz. Köye girmiyoruz ama, uzaktan gördüğümüz iki camii ve damları galvanizle kaplı evler ışıkta parlıyorlar. Çoook uzaklarda da köyler görülüyor. Haritaya bakıp bunları tahmin etmeye çalışıyoruz. Bu şekilde pedallarken sağdan bir yolun ayrıldığını fark ettiğimizde durduk, içgüdüsel olsa gerek. Yolun başı çamurlu. İlerideki köye gidiyordu. Levha da pek silik yazılmış. Ama Büyükçatma / Küçükçatma köylerine gittiğini okuyunca uyanıyoruz ve haritadan kontrol ederek buradan sapmamız gerektiğini düşünüyoruz. Ne var ki etrafta pek kimse görünmüyor soracak. Dalıyoruz içeriye, çamurdan geçerek. Kendimize yol bularak ilerliyoruz. Atlı arabayla giden birilerine rastlayıp Meydancık, Arpaçay diye soruyor ve devam edin işaretini alınca rahatlıyoruz. Doğru yoldayız da, bu yol böyle mi sürecek. Nasıl gidersin ki... İnsen bisikletten, çamur olacaksın, hızlı gitsen, kayacaksın. Ağır ağır devam ediyoruz. Gene bir yol ayırımı geliyor. Sola sanki köyün içinde gidecek. Acaba bizim yol hangisi? Bir kadın var ileride, soruyoruz ama ya bizi anlamıyor ya da biz onu anlamıyoruz, anlaşamıyoruz. Ama daha ileride adamlar bize düz - ileriye doğru işaret yapıyorlar. “Anlaşılmıştır” diye sesleniyoruz. Bu sırada alt yoldan bisikletiyle bize doğru gelen genç imdadımıza yetişiyor. Her türlü bilgiyi ondan alıyoruz. Hatta ekmek ihtiyacımızı bile neredeyse o karşılayacaktı. Kahvaltı bile doğru dürüst etmedik. Ondan rica ediyoruz ve eline 1 lira verip köydeki bakkala yolluyoruz. Ama eli boş dönüyor çünkü ekmek daha gelmemiş. Ya nasıl olur saat neredeyse 11, bu saate kadar ekmek gelmez mi? Bir de, nedense bu köylerin hepsi beyaz undan yapılmış fırın ekmeğini tercih ediyorlar. Kimse artık köyünde, fırınında ekmek pişirmiyormuş.

Bisikletli genç arkadaşımız, adı Oğuz, lise 1 öğrencisi, bize rehberlik ediyor. Yolda da sohbet ediyoruz. Köyün en çok kazı onlardaymış, 150 tane. Bisikletinde fren kullanmıyor, ayaklarıyla o işi gayet iyi hallediyormuş. Ama e-posta adresi var. Ne güzel, internet her yere girmiş. Bizim bisikletleri çok beğeniyor, kaç vites, ne kadar para, hepsini bilmek istiyor. Köy çıkışına kadar bizimle geliyor. “Buradan düz devam edin, artık yolu bulursunuz, zaten az sonra Küçükçatma gelecek” diyor. Bir an tereddüt geçiriyorum, bu yoldan mı gitsek, yoksa Çamçavuş üzerinden giden asfalt yolu mu kullansak? Ancak buradan 15 km olan yol, oradan 35 km. Biz de kısa olanı seçiyoruz. Siz olsanız ne yapardınız ki? Neticede kendi kuvvetinle hareket ediyorsun, kim ister ki daha fazla güç sarf etmek?!!! Eminim birileri rampa rampa diye sesleniyordur. Ama ispat zorunluluğumuz yok ki, amaç turlamak. Rekorlar kitabına girmek değil.

İndiğimiz yol bizi cılız akan bir derenin üzerinden geçiriyor (dere diyorum ama kışın gürül gürül akıyormuş bu Kars Çayı - sonradan öğreniyoruz) ve bir takım insanların arasında buluyoruz kendimizi. Hepsi bize garip bir şekilde bakıyorlar ya da bize öyle geliyor. Karşıma çıkan ilk adama “Acaba burada bakkal veya ekmek nerede bulunur” diye soruyorum. “İleride solda bakkal yazan yerde” olabileceğini söylüyor. Bu arada bir başkası karışıyor lafa ve bizi çaya davet ediyor. İşte beklediğim şey buydu, tabii itirazsız “Teşekkürler” diyerek kabul ediyoruz.

Bir evin avlusundayız. Etrafımız güler yüzlü, dost insanlarla çevrili. Ortaya gene bir sini çıkıyor ve üstü donatılıyor. Bu arada sohbet de koyulaşıyor. Ramazan Bey’in ailesi kalabalık. Kimi İstanbul’da boyacılık yapıyor, kimi Beylikdüzün’de. Amanım neler geliyor ortaya; çeçil peyniri, tereyağı (bu sefer sert bir şekilde, müthiş lezzetliydi), bal (evet, arkamızda duran kovanlardan gözümüzün önünde taze kesildi) ve lavaş ekmeği. Bir de çaylar çıkıyor ortaya, gel de yeme. Hani ekmek dedik neler bulduk. Kenardan kenardan yazılıyoruz. Ne diyebilirim bilemiyorum, ama bu kadar olabilir her şey. Bu durum karşısında ister istemez içimiz bir hoş oluyor ve insanımızın bu dost, içten duygu ve konukseverliği karşısında duygularımız bir kere daha dalgalanıyor. Nedir bu ülkenin yarattığı bu değer? Elin adamı çıkagelmiş ve kırk yıllık dost gibi karşılanıyor. Aman bunlar kaybolmasın. Bu insanlık unutulmasın.

Güneş ailesiyle geçirdiğimiz bu güzel zaman ne yazık ki sonlanmak durumunda. Bir hatıra fotosu almadan olmaz ama. Seneye mutlaka tekrar bekleriz diyorlar. Şu güzelliğe baksanıza.





 



 



Muhammet’in sularımızı tazelemesiyle veda ediyoruz Küçükçatma’ya ve köyden ufak bir rampayla yolumuza bağlanıyoruz. Dün yağan yağmur daha kurumamış. Halen ıslak ve çamurlu. Çukurlar su dolu. Araç izlerini takip etmeye çalışıyoruz. Diğer kısımlar batak. Karşıdan araba geldiğinde mecburen çamurlu kısma geçmek zorundayız. Kimileri yavaşlayıp nereden gelip nereye gittiğimizi merak ediyorlar. Biz de büyük bir keyifle “İstanbuuul” diyoruz. Öyle değil mi, İstanbul - İstanbul. 17 milyon nüfusuyla bir devlet neredeyse.

Meydancık köyünün sapağından geçerken yanımda duran arabada, imam olduğunu söyleyen bir dost bizi yemeğe davet ediyor. Daha yeni yediğimizden üzülerek ret etmek zorunda kalıyorum. Keşke midemizde yer olsaydı da bu köye de girebilseydik.

Etraf alabildiğine düzlük. Yemyeşil, aralarda renk renk açmış çiçekler. Müthiş bir duygu bu, sonsuzluğun içindeymişsin gibi. Uzaklarda koşan atlar, özgürce.

Çamurlu yol devam ediyor. Bisiklet yer yer kayıyor, çamur atıyor. Dikkatlice araba izlerinden gidiyoruz. Bazen ciddi durumlar da çıkıyor önümüze. Ya karşıdan ya da arkadan araç geliyor. Çekilsek mi, bize yol verir mi? Yoksa üstümüze mi sürer ikilemi içinde kalıyoruz. Ama hiç biri üstümüze gelmiyor, yana çekilip yol veriyorlar. Bu şekilde yolumuz sonunda bir asfalta bağlanıyor. Şimdi sağ mı sol mu diye düşünürken karşıdan gelen atlı arabaya soruyoruz: Arpaçay. Sağı gösteriyor.

Evet, Arpaçay az ileride. Sanayi gibi işyerlerini geride bırakıp önce emniyet, sonra jandarmanın önünden geçip bir tak kapısındayız. Öğretmenevini soruyoruz. “Camiden sağa, meydandan düz devam ve öğretmenevi için solaaa.”

Bisikletleri bir kenara dayayıp bizi karşılayan yardımcıyla müdürün yanına varıyoruz. Güler yüzlü bir karşılama, hemen demlikler geliyor ve çaylar servis ediliyor. Müdür beye ziyaretimizin sebebini anlatıyor ve oda olup olmadığını soruyoruz. Var ama, dolu. Yani? Firuzan başka bir kadınla, ben başka bir erkekle oda paylaşacağım. Yok canım, ne gerek var buna şimdi.

Müdür Aytekin Bey’le mesleki, siyasi, reklamcılık, fotoğraf ve spor üzerine derin bir sohbetimiz oluyor. Kendisi aynı zamanda eski bir halter şampiyonu. Ayrılmadan öğreniyoruz ki yapılacak tadilat sonrası odaların durumları daha rahatlayacak, sayıları artacakmış. O zaman gelecek sefere diyoruz.

Öğretmenevinden ayrılıp belediye yolundayız. Meydanda olduğunu görmüştük. Önündeki rampadan bisikletleri içeriye itip, girişteki hevesli vatandaşımıza emanet bırakıp üst kata çıkıyoruz. Yazı İşleri Müdürü Milazım Bey’in odasında başkanın yerinde olmadığı ama geleceği söyleniyor. Tamam, bekleriz. Bu zaman zarfında Milazım Bey’le derin bir sohbet. Sodalar içiliyor. Uzun yıllar görev yapmış eski başkanın icraatını dinliyoruz. Kısaca Arpaçay Belediyesi’nin tarihçesini öğreniyoruz. Birazdan da başkanın geldiği müjdeleniyor.

Başkan Enver Bey, çay eşliğinde geliş sebebimizi dikkatle dinliyor. Karşılıklı sorular, çevre, küresel ısınma gibi konularla birlikte ilçenin bisikletle olan ilişkisini merak ettiğimizi, etrafta fazla bisikletli görmediğimizi ifade ediyoruz. Buralarda çocukların daha çok bindiğini, toplumsal nedenlerden yetişkinlerin rağbet etmediği anlatılıyor. Önümüzdeki yıllarda daha fazla bisikletliyle geldiğimizde konaklama sorununun çözülmesi gerektiği üzerinde duruyor ve zamanını daha fazla almamak için izin istiyoruz.

Oyalanmadan kaymakam ziyaretini de tamamlayalım diyor Firuzan. Ancak yerinde olmadığından (2 saat sonra gelecekmiş), gelene kadar geceleme işini halledelim. Zorlu Enerji’nin misafirhanesi varmış. Oraya gidip, durumu bir araştıralım bari. İlçenin çıkışında olan bu tesise gidip sorduğumuzda maalesef olumsuz yanıt alıp, boş boş geri dönüyoruz. Müdürleri gelecekmiş de... O nedenle odaları boş değilmiş de...

Birden geceleme işi bir meseleye dönüşmüştü. Ne edeceğiz, bulamayacak mıyız bir yer burada? Karnımızı doyuralım da, işimize öyle bakalım diye meydandaki Alaattin Avcı Parkı’ndaki masalarda, yanımızdakilerle bir ziyafet çekiyoruz kendimize. Çevreden ikram edilen gazozlar. Etrafımızı saran kediler. Bu arada zaman da dolmuştur düşüncesiyle kaymakamlığa yeniden uğruyoruz. Tam bisikletlerimizi dayadığımız sırada gelen araçtan inen kaymakam bey bizi makamına davet ediyor.

Cana yakın, güler yüzlü ve samimi. Fatih Bey 11 aydır burada görevdeymiş. Projemizi çok olumlu buluyor. Bölgenin güzelliklerinden söz ediyor. Çıldır Gölü’nü şiddetle tavsiye ediyor. Oradaki Gençlik ve Spor Müdürlüğü’nün tesislerinde kalınabilirmiş. “Çıldır kaymakamına selamlarımı iletin” diye ekliyor.

Şimdi tek şey kalmıştı. O da gecelemek için yer bulmak. Bu durumda tek seçenek vardı: Belediye.

Milazım Bey’e durumu anlattık, o da başkana sorayım dedi. Az sonra başkanın nazik cevabını öğrenip içimizin rahatladığını hissettik. Bize kattaki misafir odası açıldı. Temizlenebilmemiz için banyonun yeri gösterildi. Belediyenin bulunduğu kat saat 5’de kapanırmış, binanın ana girişi de 6’da kilitlendiğinden, anahtarlar teslim edildi. Giriş çıkışlarımızda sorun yaşamayalım diye. Bu tutumları karşısında ne diyeceğimiz bilemedik, Başkan Ekrem Bey’e tekrar teşekkürler.

Saat 4 olmuş, üzerimizde bir ağırlık var. Pedal basma sonrası tanıtım turları; bazen aynı şeyi anlat dur da pek yorucu oluyor. Tulumu serip yatağın üzerine uzanırken Firuzan duş alıyor, sonra da ben. Daha sonra günün notlarını bilgisayara aktarıyoruz. Çıkmadan hemen önce Ozan arıyor, yolda arkadaş sesi duymak hoş. Ona maceramızın bölümlerini anlatıyoruz. Sonrasında dışarı çıkıp yürüdük. Lokantalar kapanmış. Firuzan’ın canı karpuz istiyor. Metro Turizm önünde oturanlarla tanışıyoruz: İbrahim, Hüsnü ve Gürbüz Beyler. Karpuz aldık, onlar kesti, biz yedik. Tesadüf, sabahki Ramazan Bey’in akrabası çıktı Gürbüz Bey. Karpuzdan sonra İbrahim Bey de üzüm getiriyor ortaya. Konular hem Arpaçay, hem bisiklet, hem hayat, hem de Türkiye meseleleri. Hava serinlemeye başlayınca Hüsnü Bey’in hırkasıyla ısınıyor Firuzan. Ben de odadan kamerayı alıp bu geceyi resimliyorum. 

Soğumanın, yağmurun habercisi olduğunu az sonra anlıyoruz. Sabah yola çıkacağımızdan vedalaşıp mekanımıza çekiliyoruz.



Akyaka-Arpaçay
Uzaklık: 32,2 km
Süre: 3 h 10'
Ortalama hız: 12,6 km/h
Rakım: 1476 – 1721 m
Hava sıcaklığı: 21 – 39 °C

Garmin yol bilgileri için: Akyaka-Arpaçay

Gezinin devamı: Arpaçay-Çıldır-Aktaş Gölü, öncesi: Kars