10 Mayıs 2010

Yalova - Osmaniye - İznik - Karacaali - Esenköy


23 Nisan (neşe doluyor insan) bu sene çok denk düştü. Cumanın tatil olmasıyla 3 günlük süreyi bir gün uzatarak kendimize 4 günlük bir program hazırladık: Yalova’dan tepelere çıkacak, oradan İznik üzerinden Gemlik ve Yalova’ya geri dönecektik.

Öncesinden araştırmalara başladık, tepelerdeki köyleri, muhtarları, yolları vs hepsini etüd ettikten sonra az çok ne yapmak istediğimizi biliyorduk. Ancak bisiklet ya bu, evdeki hesap hiçbir zaman çarşıya uymaz. Daima hazırlıklı olmalısın!

1. gün / 23.04.10 Cuma

Sabah 7 gemisiyle Karaköy’den Haydarpaşa’ya geçmek üzere uyandık. Geceden herşey hazırdı zaten, sandviçleri bile kutulamıştık. Fazla oyalanmadan evden çıkıp gemiye bindik. Hava raporuna göre cuma+cumartesi güneşli, pazar ve sonrası kapatacak ve rüzgarlı olacaktı. Belki de sağanak yağabilirdi. Bu ihtimali de göz önünde bulundurarak yağmurlukları da çantaya koyduk.

Gemi bizi hesapladığımızdan da erken ulaştırınca 7:19 trenine yetiştik. Ancak bu sefer bizden 2 jeton aldılar, bisikletleri ücretsiz geçiremedik. Ne kadar dil döktüysek de ikna edemedik. Yapılacak başka şey olmadığından isteksizce bir defa daha bastık akbil’i.

Vagona yerleşip, bisikletleri de sabitleyip Gebze’ye hareket ettik. Yanımızdaki sandviçlerden birer tanesini de yolda mideye indirerek.


Gebze’de fazla oyalanmadan Eskihisar iskelesine pedal bastık. Yokuş aşağıya olduğundan pek de zor olmadı 8:40 arabalısına yetişmek (akbil 2,5 lira). Bu yolu defalarca kullandığımızdan artık ezberlemiştik ve hemencecik bisikleti uygun yere bağlayıp çay kuyruğuna giriverdik. Bayram diye çifter çifter çalışıyordu gemiler. İçerisi doluydu. Çaycı büyük bir gayretle susamış insanlara servis yetiştiriyordu. Gelmeyeli çaya zam yapmışlar, 75 krş. olmuş. Halbuki şehir hatlarında halen 50. Aynı işletme, farklı uygulama!!!

9:20 gibi gemiden çıkıp (burada km saatimizi açtık) Karamürsel yönüne ve oradan da Tavşanlı’ya saptık. Geçen yaz bu yoldan bir gezi yapmıştık. Aynı yolu kullanıp Tahtalı’ya kadar gidip, oradan Osmaniye’ye devam etmek istiyorduk. Sonra da Kutluca vardı hedefimizde. Bu şekilde 900 küsur metreye çıkmış olacaktık. Buraları muhacir ve Gürcü köyleriydi.

Daha önce bu yolu anlattığımdan fazla ayrıntıya girmeyeceğim, okumak isteyen için Yal-Ova3 tıklanabilir.
Yukarı Tavşanlı’da imam Rahim Bey’e bir merhaba demek için durduksa da kendisi evde olduğundan, selamımızı kahvede oturanlara bırakıp, çeşmeden suyumuzu ("Acı su dedilerdi, mideye iyi geldiğinden. Ama şeker gibi tatlıydı") doldurup devam ettik.


Önümüzde sırasıyla Ahmediye, Fevziye, Semetler, Valideköprü, Çamdibi, Fulacık ve Tahtalı vardı. Buraları tek tek geçtikçe geçen seneki yolculuğumuz da kare kare canlanmaya başladı gözümüzde. İşte şurada durmuştuk, neredeydi çocuklar, ha orası ha burası diye diye ilerledik.
Fevziye’ye gelmek için önce bir inersin, ardından da tırmanırsın. Buradaki 23 Nisan kutlama törenleri dağılmak üzereydi. Çocuklar kılıktan kılığa girmiş oynaşıyorlardı halen. Kelebek mi istersin, arı Maya mı, palyaçolar, tırtıllar ortalıkta. İçlerindeki enerjiye hayranım.

Gemiden çıkalı 2 saati geçmişti, pedallamaya devam ettik.

Sırada Semetler vardı ve saat 12’ye geliyordu. Yolumuzun 20. km’sinde yokuş aşağıya inerek biraz rahatlayarak Semetler’i geride bıraktık.

Az sonra önümüze bir büyük ve küçükbaş sürüsü çıktı, arkasından da traktörle bunları güden çoban. Çok ilginçti, bir oraya bir buraya sürüyordu aracını ve hayvanları yolda tutuyordu. Ehh bu da bir rahatlık olsa, oturduğun yerden idare.

Valideköprü’de, Saim Bey’in kapalı benzin istasyonunda bir mola verdik. Tesadüf geçen gezimizde tanıştığımız Muhammet ve abisi de az sonra önümüzden geçince, kahvede çay eşliğinde biraz sohbet ettik (çay ve simit 35’er krş.). Keza Saim Bey’le de kısa bir görüşme sonrası buradan ayrıldık (12:35 / 22. km).

“Saim Bey’in bir derdi var galiba dedim Mustafa’ya. Acaba ekonomik bir sorundan dolayı mı filan derken, sohbet esnasında öğrendik ki…” Saim Bey'in içi köprünün sahipsiz bırakılmasına çok yanıyordu. Haklıydı, yıkılmaya terk edilmiş bu köprü, bu bölgenin zenginliği. Neden yetkililer sahip çıkmazlar ki? Birinin bu konuyu medyaya taşıması lazım.

Valideköprü’den sonra DSİ göletinin yanından geçip Çamdibi’ne tırmandık.

Çamdibi’nin girişinde çocuklar, ki bunlar da geçen gelişimizde kaymak arabasıyla tanıdıklarımızdı, bizi karşıladılar bisikletleriyle (14:00).

Biraz kahvede nefeslenip köylülerle sohbet eşliğinde çaylarımızı içtik. Eksik olmasın ocak sahibinin ikramıydı. Tekrar teşekkür ederiz. Sonra genç bisikletçilerin eşliğinde az tırmandık. Yolumuz üzerindeki kaplumbağanın videosunu da çekerek Fulacık’ı da geçip Tahtalı’da durduk. Buradan sonrası için ayrıntılı yol bilgisine ihtiyacımız vardı, çünkü ilk defa geçecektik.

”Tahtalı yolunda hayvanlarını güden yeşil kasketli amca, aya tırmanır gibi tırmanacaksınız Tahtalı’ya doğru diyor. Onlar bize, biz de onlara kolay gelsin dedikten sonra tırmanışa devam ediyoruz. Bizim için küçük, insanlık için büyük bir adım mı demişlerdi?”


Ancak öncesinde buraya gelirken rastladığımız 3 çoban ile çeşme başında sohbetimiz çok keyifliydi (15:50 / 39. km). Yolda karşılaşmış-selamlaşmıştık, ama sonra biz tepedeki çeşmede bir mola verirken, onlar da bize yetişmiş, yanımıza gelmişlerdi. Fulacık’ta oturuyorlardı. Yanlarındaki 2 dev çoban köpeği öyle bir söz dinliyordu ki, otur dedin mi koca hayvan yerinden kıpırdamıyordu. Biz Tahtalı’ya devam ederken onlar da bayır aşağı sürülerinin yanlarına döndüler.“Çobanların Mustafa’ya yolu tarif ederken, bayır aşağı için kullandığı akıntı kelimesi çok hoş ve yerinde geldi bana. Akıntıya kapılıp gitmek gibi bir şeye benziyor zaten bayır aşağı insanın kendini salıvermesi. İster yaya, ister bisikletle, ister motorlu bir araçla.”

Tahtalı’nın girişindeki kahveye yerleşip köylülerle tanışarak merakımızı gidermeye çalıştık. Devamında yol nasıldı, nereden dönülecekti vs vs. Biz Osmaniye diyoruz (haritada bu isim yazıyordu) onlar nerede bu yer diyorlar. Çıkartıp haritayı gösterince anlaşıldı ki eski isim yeni isim durumları neticesinde burası Osmaniye olmuş. Onlar ise halen Mercimek’i kullanıyorlardı. Bundan sonra biz de hep Mercimek dedik, o zaman anlaşılıyordu herşey. Zaten bu bölgede pek çok isim değiştirlmiş, hep eski ismiyle sormak gerekiyor.



Bize gideceğimiz yer uzaktan gösterildi, “aha şu ilerdeki beyaz evi görüyon mu”. Eeee, neydi orası: su deposu. “Tamam mı, anaşıldı mı?” Saat da 5’i geçmişti. Haydi artık yola koyulalım diye vedalaşarak çaylara da teşekkür edip devam ettik tırmanmaya.
Az daha çıkmayı sürdürdük, 650 m gibi bir rakımdaydık. Birazdan yol çatallandı. Sağ bir toprak yoldu ve Gölcük yazıyordu. Sol ise Kadriye (eski adıyla Pilavtepe) ve asfalt yol. Nedense asfalt olması sebebiyle (bizi yanıltmış, sonradan anlayacağız) sola saptık. Kafam karışmıştı, Gölcük yazana gitmeyin denildiğini sanıyordum.

Çok keyifli bir yol, kıvrıla kıvrıla aşağıya iniyordu. Çok güzel de böyle inmek, ama bir tuhaflık vardı bu işte. Çıkmamız gerekirken, Osmaniye çünkü daha yüksekteydi, inmek! Hoppala durumları. Etrafta da kimse yok ki sorasın! Bu arada iniyoruz da güzelce. Derken tarlada ilaçlama yapan bir köylü bize yanlış yolda olduğumuzu söylecekti. Burası Kadriye’ye gidiyordu ve çıkmaz yoldu. Yani geri dönülmeliydi. İşte en kötü durum, indiğini şimdi geri çık.

Oflaya poflaya tekrar geri kavşağa dönüp sağdaki toprak (stabilize) yola saptık. Bu yoldan çıktık çıktık, hafif indik sonra tekrar çıktık, ancak artık günlük limitlere dayanmıştık. Popoda ağrılar, teşkilatta uyuşmalar, sırtta tutulmalar kendini daha fazla belli ediyordu. Hava soğumaya, güneş batmaya yakındı. Derken birden karşımızdan bir tilkinin bize doğru geldiğini görüp, onun bizi fark etmesiyle kaçışına tanık olduk, tek hatırladığım kocaman bir kuyruk. Herşey çok çabuk olmuştu. Bu bizi biraz canlandırdı ve tekrar ileriye hamle yaptırdı.

Burası ancak öylesine keyifli bir bölgeydi ki, anlatmakla olmaz. Yeşilliğin içinden, ağaçların arasından giden stabilize bir yol, ara sıra gelen çeşmeler, kimsecikler yok. Şansın varsa tepede bir doğanı uçarken görebilirsin, altında İznik gölü parıl parıl. Tepeden seyrediyorsun herşeyi, ovaları vadileri.

Bu şekilde pedallarken, acaba Osmaniye neresi (sağda altta birkaç bina gözüküyordu), daha önce yanlış saptığımızdan bu sefer tekrar aynı hatayı yapmamak için gözlerimiz birilerini ararken, yol kenarında duran bir çobana ve köpeğine (sonradan adının Arif Ahmet olduğunu öğreniyoruz) rastlamak çok sevindirdi bizi. “Selamlar, biz Mercimek’e (artık eski adını kullanıyoruz) gideceğiz, hangi yol? “ sorumuza “işte Mercimek şurası” deyince çok sevindik. Nihayet gelmiştik. Saat de neredeyse 7’ydi. Şöyle km saatime baktım, Taşköprü’den burası 53 km yazmıştı (birazı da yanlış saptığımızdan oldu, yoksa 45 falan). Rampadan dolayı ortalamamız 8,4 km’ydi ancak. Rakım da 842 m’yi gösteriyordu.

Peki acaba Kutluca’ya nasıl gidecektik yarın? Öyle bir anlattı ki, anlayamasam da pek gidilecek gibi görünmedi tarif. Her bir köy bir tepede, ama ulaşmak için mutlaka vadiye iniyorsun sonra tepeye çıkıyorsun. Diğerine devam ederken gene iniyorsun, çıkıyorsun. Yani her tepede bir köy, arası vadi, in çık durumları. Biraz karardı gözlerimiz.

Peki bu gece nerede çadır kurabiliriz, muhtar Osman burada mıdır (internet araştırması sonucu muhtara ulaşmış, onunla da konuşmuş-tanışmıştım telefonda)? Muhtarın evinin daha uzakta, Elmaçukuru denilen bir yerde oturduğunu, köyde bakkal bile olmadığını, değil bakkal, sadece 3 haneden oluştuğunu falan ayak üstü sohbetimizde öğreniverdik. “Peki nedcez” şimdi dediğimizde, “gidin benim evin yanına, hanım gerçi evde değil, rahatsızdı hastaneye gitti, ama bir çaresine bakarız, merak etmeyin” demesiyle kendimizi hemen evin yanına uçurduk.

Uzatmayayım, beklerken üstümüze biraz daha sıcak şeyler giydik, az kuruyemiş vardı, onunla hafifçe açlığımıza bir mola verdirdik. Sevimli bir kedi vardı, biraz oynadık. Sonra komşu evdeki meraklı hanımın sorgu suallerine maruz kaldık: Muhtarı nereden tanıyorduk, neden gelmemişti, biz ne arıyorduk, kimdik vs vs. Cevaplarımızı aldıktan sonra kayboldu ve birazdan yanında sonradan adının Halil olduğunu öğreneceğimiz tatlı bir amcayla çıkageldi. Bizi apar topar toplayıp bisikletleri evlerinin girişindeki damın altına bıraktıktan sonra içeriye alıverdiler.

Ne olup bittiğini anlayamadan kendimizi sıcacık bir odada buluvermiştik. Hoşgeldiniz sefa getirdiniz derken sıcak bir çay eşliğinde sohbete girivermiştik bile. Biz onlara hikayemizi anlattık, onlar bize kendilerininkini. Kışın, buradan Akköy’deki (biraz daha aşağıda ve meskun olan) evlerine geçiyorlarmış. İznik’te oğulları ve torunları var. Artık köy boşalmış. Herşey dışarıdan geliyordu. Bu şekilde konuşurken, bir tepside yemekler konuldu önümüze, hanımı Nazmiye Teyze tarafından. Zeytin, peynir, yumurta, domates ve kocaman bir ekmek. Amanimbooo, aç olan bisikletçinin nasıl yumulduğunu bilirsiniz herhalde. Hep beraber giriştik, çaylar devamlı tazeleniyor, sohbetse renkleniyordu.

“Zahmet ettiniz dedim. Aldığım cevap, kızım, biz kendimiz için hazırlamıştık, zahmet vermediniz bize, neye niyet neye kısmet, kısmetinizde varmış bu, oldu. Söylediklerine, yüzünde çok içten bir gülümseme eşlik ediyordu Halil Amca’nın. Hem dürüst, hem dostane…”

Konuşmadığımız konu kalmadı, bir biz anlatıyorduk, bir Halil Amca. Derken köye misafir geldiğini duyanlar da eve gelip sohbete katılınca neredeyse 10 kişi olduk odada. Tam köy havası, sobanın çıtır çıtır sesi, arada üzerindeki çaydanlıktan taşan su damlalarının çıkardığı sesle karışması bir hoş geldi kulağımıza. 40 yıllık dostluk dedikleri ancak bu şekilde olabilirdi.

Ömer Serdar ile tanıştık bu köyde. İstanbul'lu, Maltepe’den. 15 yıl önce geldiği Mercimek köyüne gönül vermiş ve buradan ayrılamamış. Devamlı geliyor, hatta artık küçük de bir evi olmuş, orada kalıyordu. Çok hoş sohbet, şair, bilgili, değerli bir insan. Bölgeyi avcunun içi gibi biliyor, yıllarca dolaşmış durmuş. Bize gideceğimiz yolu tarif etti, hatta etmekle kalmayıp bir bölümüne kadar rehberlik etmeyi teklif etti. Bundan daha iyisi olabilirmiydi. Bu bölgeyi içine alacak bazı gezi turlarımızda önceden temasa geçip rotaları birlikte belirleme konusunda anlaştık. Çünkü Gölcük tarafından da yollar bulunuyordu ve bizim de aklımızda olan Yuvacık üzerinden bir tırmanışı gerçekleştirme fikri vardı.
Gece TV izleyerek, muhabbet içinde bitti. Ev sahipleri bize odamızı gösterdiler ve sabaha görüşürüz diye kapımızı kapatıp yatakların üzerine serdiğimiz tulumlarımıza girdik. Yorgunluğun verdiği ağırlıkla çabucak derin bir uykuya dalmışız.

“Köy sakinleri yorgun olduğumuzu düşünerek, büyük bir dikkatle izledikleri dizi bitmediği halde, izin isteyerek ayrıldılar. Bizse bir süre daha Halil Amca ile sohbeti sürdürdük. Birden, bir çuval, bir tahta takoz ve çekiç çıkarıverdi. Çuvaldan ceviz ve fındıklar döküldü serilen gazetenin üzerine. Kırın, istediğiniz kadar yeyin dedi ev sahibimiz. Bu ne güzel insanlık, içtenlik. İnsanların halen birbirine duyabildiği bir güvenin varlığına ispattı Mercimek’te geçirdiğimiz gece. Çok mutluydum… Ertesi sabah ayrılırken, Mustafa, bir daha gelelim buraya, olur mu derken buldum kendimi.”

Topçular > Tavşanlı > Sermayeci (20 km) > Valideköprü (22 km) > Çamdibi > Fulacık (39 km) > Osmaniye (53 km)



2. gün / 24.04.10 Cumartesi

Sabah kapının tıklanmasıyla kahvaltının hazır olduğu haberi verildi (8:00). Sobanın yanında bir tepsi, içinde peynir, zeytin, domates ve taze bir ekmek bizi bekliyordu. Çaylarımızla birlikte geceden bıraktığımız yerden sohbete devam ederek. Ancak yolcu yoluna gitmesi gerekiyordu ve hafiften toparlanıp akşamdan kararlaştırdığımız gibi Serdar ile buluşmak üzere aileyle kucaklaşıp evden ayrıldık (9:00). Sanki uzun zamandır buradayız, veda etmek zor geldi.

Osmaniye, Bursa ilinin (110 km uzaklıkta) İznik ilçesine (33 km) bağlı bir köyüdür. Marmara iklimi etki alanı içersindedir. Ekonomisi tarım ve hayvancılığa dayalıdır. Yerleşim yerinin köy tüzel kişiliği alması ile birlikte köyün tüzel kişiliğini temsil etmesi için köy muhtarlık seçimleri de yapılmaktadır. Bugünkü muhtar Osman Erson’dur.

Köyde ilköğretim okulu yoktur fakat taşımalı eğitimden yararlanılmaktadır. Köyün içinde içme suyu şebekesi vardır ancak kanalizasyon şebekesi yoktur. Ptt şubesi ve ptt acentası yoktur. Sağlık ocağı ve sağlık evi yoktur. Köye ayrıca ulaşım sağlayan yol asfalt olup köyde elektrik ve sabit telefon vardır. Ama sabit telefon hattı çalışmamaktadır.

Caminin karşısındaki evin önünde Serdar’ı bulduk. Son bir kaç foto çekip biz önden tarif edilen yöne doğru pedal basmaya başladık (9:30). Serdar arkadan arabayla yetişecekti. Yol ormanın içlerine doğru gidiyordu (ilk defa burada Brüksel lahanasını sapında görecektim). Biraz sonra sağımızda gördüğümüz göl, ağaçlar tarafından örtüldü. Artık ormanın derinliğinde ilerliyorduk. Serdar bize yetişip yolun tarifini yanındaki iPhone üzerinden ayrıntılı bir şekilde verdi. Bu şekilde gördük ki iPhone pek çok işe yarıyordu. Ne etmeli, bir tane edinmeli mi? Bu aletler de devamlı yenileniyor. Tam almaya kararlısın daha iyisini çıkartıyorlar. Yetişmen mümkün değil. Tabii fiyatı da cakası.

Ormanda ağaç kesimi vardı. Düzceli’ler bu işi üstlenmişler, taşeron olarak. Bu şekilde bir dere yatağına inip köprüden geçtik. Solumuzdaki su sağımıza geçti ve uzaklaşıp gitti.

Bizse bir üçyol ayırımında Serdar’dan ayrıldık. Onun yolu Gölcük’e doğru gidiyordu. Bizimkisi Kırkharman’a. Daha çok yolumuz vardı. Değerli bir dost edinmenin keyfiyle adres+telefon alarak sağdan pedallamaya devam ettik (10:50).

Bu güzelim ormanların içinden geçerken çam ağaçlarının üzerlerinde “kese kurdu” denilen, ormana yangından daha büyük zarar veren çam kese böcekleri öylesine çoktu ki. Bunlarla ciddi mücadele edilmediğinde ormanların yok olması kaçınılmaz. Sadece kızılçamlara musallat olan bu illet böcek, çam ağaçlarının üzerlerine yaptıkları keselerde gelişip sayıları her birinde 250-300'e ulaşabiliyor. Katarlar halinde keselerinden çıkarak ağacın iğne yapraklarını yemeleri yüzünden çam ağaçlarının gelişimini aksatıp, kurumasına sebep olurlar.

Orman içinden devam eden yolumuz üzerinde Kırkharman’ı gösterecek olan levhaya dikkat ederek, olur ya küçüktür, görmeyiz sonra başka bir taraftan çıkıp geri dönmek kadar sıkıcı birşey yok, ilerledik. Bu in geçmez kervan yürümez sandığımız yolda giden bir vatandaş görmek iyi geldi, olur ya yanlış yoldayız, bize kestirme yolu söylediyse de biz Serdar’ın tarifine sadık kalarak önce bir yokuş çıktık, sonra gelen düzlükte levhayı görmek içimizi çok rahatlattı (buraya kadar köyden 9 km gelmiştik. Saat da 11:20 olmuştu). Demek ki doğru yoldaydık ve sağa saparak az sonra orman içinden çıkıp yemyeşil ovaların olduğu bir bölgeye geldik. Uzakta kırmızı kırmızı damlar gözüküyordu. Acaba hangisiydi Kırkharman?

Su boldu bu yörede. Birinde doldurmadıysan diğeri gelecekti. Merak etme, bu konuda sıkıntı yoktu. Artık inişe geçmiştik. Suyumuzu da tazeleyip bıraktık kendimizi yer çekimine. Çiçekler renk renk, beyazlar, sarılar, morlar, kırmızılar ton ton. Bir kaplumbağa yolun kenarında kaçmaya çalışıyordu. Uzakta büyükbaş hayvanlar derken evlere yaklaşmaya başladık. Çocuklar göründü, tavuklar dolaşmaya başladı. Sağda tarlada çalışan bir traktör. Herhalde Kırkharman burası olmalıydı (11:45). Durduk ve sorduk, evet doğru bilmişiz. Burası ve diğerleri (Sarısu, Hacıosman, Kutluca, Kırıntı) hep Gürcü köyleriydi, 93 göçmenleri dedikleri.

Durur durmaz etrafımızı çocuklar sardı. Firuzan’ın verdiği şekerlerini alarak çok sevindiler. Derken babaları da gelince neredensiniz, nereye gidersiniz gibi başlangıç cümleleriyle konuşmaya başladık.

"Geziler sırasında birbirimizin hayatlarından nasıl da geçiyoruz? Kimi iyi, kimi kötü, kimi sığ, kimi derin izler bırakarak ayrılıyor yollarımız. Bu sefer, şirin Gürcü ailesiyle kesişiyor işte yolumuz. Önce iki olan çocuk sayısı, 4 oluyor 5, 7 oluyor etrafımızda: Sema, Dilek, Beyza, Esra, Esma Nur, Aysel ve Ertuğrul. Hepsinin birbirinden güzel, içten parlıyor gözleri. Cıvıl cıvıllar. İlgili ama musallat değiller bize. Onlar bizim hayatımızın biz de onların hayatının bir parçası oluyoruz kısa süreliğine, İbrahim ve Fatma Aydın'ın bahçesinde."

Bahçede dikkatimizi çeken fırının içinde ateş yanıyordu. Anlaşılan bir şeyin hazırlığındaydılar. Ne yapıyorsunuz dedik, ekmek demezler mi. Bizi böyle ilgili görünce bahçelerine davet ettiler ve hanım az sonra elindeki tepsiyi önümüze koyuverdi. Amanım, 2 bardak süt, tereyağ, peynir, nefis bir ekmek bize bakıyordu. İşte bu kadar olur. Acıkmıştık da, ilaç gibi geldi. Hepsi kendi üretimleri. Anlatmakla olmaz, tatmak lazım.

Karnımızı güzelce doyurduk. Evdeki diğer çocuklar da gelince ortaya küçük bir köpek yavrusu ve kuzu da çıktı. Adını Karagöz koymuşlar. Evcilleşmiş hayvan, diplerinden ayrılmıyordu. Bu şekilde sohbetimizi sürdürdük ve ayrılırken de (12:30) yanımıza bir torba peynir vermezler mi! Ne diyeceğimizi şaşırdık. Bu dostluk, bu misafirperverlik, insanımızın halen içinde yaşıyor olduğunuı görmek çok duygulandırdı bizi. Değişen dünya değerlerine karşın insanlığın yok olmaması lazım. Kısacık yaşamımızda hırsın bir faydası yok. Nereye götüreceksin ki topladığını?!!

Kırkhaman, aslında bir Rum köyü idi. Ancak Rumlar 2 km kadar kuzeyinde bulunan Eski Kırkharman olarak anılan yerde idi. Bölgeye, Kurtuluş Savaşı öncesinde Gürcü göçmenler yerleşmişti. 1915 yılında Rumlar köyü terk edince, önce Bulgaristan, sonra da 1924 yılında Yunanistan göçmenleri yerleşmiştir. Bugün tümüyle bir Gürcü yerleşimi olmasına karşın Gürcüler köye 1945 yılından sonra gelmeye başlamıştır. Bugün Hacıosman’a bağlı bir mahalle olmuştur. Gürcüler, Batum’un Gorcum köyünden gelmiştir. Halen köyde 20 hane kadar Gürcü göçmeni yaşamaktadır.

Yolumuz bizi Tacir’e çıkartmalıydı. Bu bölgenin en kalabalık köyü. Hatta belediye bile olabilecekmiş ama köylüler istemiyorlarmış. Herhalde bürokratik nedenlerdendir.

Diğer Gürcü köylerini gezme fikrini bir başka tura bıraktık. Bütün tepeleri dolaşmak gözümüzde büyüdü. Hatta diğer taraftan tırmanıp direkt oralara çıkalım istiyoruz, Kutluca, Kırıntı, Hacıosman vs.

Artık inişteydik. Denildi ki devamlı ineceksiniz, sonra bir çıkışla Tacir’e varırsınız. Ehh kulağa hoş geliyor. Biz de bıraktık kendimizi yokuş aşağıya. Fakat bayağı dikti, sürekli fren yapmak zorundaydık. Yol da öyle uçmak için müsait değil, virajlar var, stabilize. Mecburen yavaşlatıyorduk bisikletleri. Tabii devamlı frenlediğimizden, havanın da sıcaklığından jantlar öyle bir ısındı ki. Böyle giderken birden “puff” diye bir ses geldi, önde giden Firuzan bile duymuştu (bayağı ses çıktı çünkü), ve ön tekerimin havası iniverdi aniden. Hoppala lastik patlamıştı. Çektik kenara, bir ağacın altına, güneşten korunmak için, saat tam da öğle sıcağı. Tekeri söktüm ama jantlara el sürmek için biraz beklemek zorunda kaldım. Çıkart iç lastiği şişir, ara baba ara, ama deliği bulamadık. Kulağımıza dayıyoruz, rüzgar da var, acaba tıslamayı duymuyormuyuz diye ikimiz de dikkatimizi verdik ama delik yok, tıslama yok. Neyse lastiğin içini de kontrol ettikten sonra yeni bir iç lastik takarak devam ettik, neme lazım (13:25 / 16. km). Tahminim, sıcaklık çok arttı fren sonucu ve yaylı subap (Schrader) havayı boşalttı. Bu durum bize en az 20 dk. kaybettirdi.

Ohh güzelce iniyoruz da, ileride, karşı dağlarda bir çıkış kendini göstermeye başladı. Bu muydu kısa bir çıkış dedikleri?!! Amanim, yılan gibi kıvrılan bir yol. İndiğimizin bir benzeri duruyordu karşımızda. Haydi hayırlısı demekten başka çaremiz yoktu.

Patlaktan 10 dk. sonra geçtiğimiz dere üzerindeki köprüde verilen ihtiyaç molası ve su tazelemeden sonra artık tırmanış başlamıştı. Çıkıyorduk, sıcaklık daha da arttı. Durduk koruyucuları sürdük, 30 faktör vardı yanımızda, 50 gerekirdi bence. Benim ellerimin üzeri zaten dünden beri aldığı güneşle kızarmıştı bile.

Bir yerde artık popomun ağrısına dayanamadım ve itmeye başladım. Ahh diyorum, bir traktör geçse de takılsam. Neredeee?

Şöyle geriye dönüp geldiğimiz tepelere bir baktım. Yeşilliklerin içinde beyaz bir çizgi, kıvrıla kıvrıla gidiyordu. Hani uzaktan başka görünüyordu herşey, ama üzerine çıktın mı, hey gidi rampalar.

Bu şekilde düşünürken biraz yumuşayınca yol tekrar binerek yokuşu tamamladık, iyi çalışmıştık.

Düzlükten sonrası kolaydı, zaten köye yaklaştıkça bahçeler belirmeye, ilaçlama yapanlar çoğalmaya başladı. Ağaçların hepsi çiçek açmış. Demişlerdi zaten, 1 ay sonra gelin kirazlar hazır. Hiç de fena fikir değildi, buraya bir kiraz turu düzenleyelim.

Tacir’e şöyle bir yüksekten bakarak indik (14:45). Köy bir çukura yerleşmiş, eski ve yeni binalardan oluşuyordu. Ortada bir cami, anlaşılan merkez orasıydı. Bir mola verelim, biraz yanımızdakilerden atıştıralım diye köye girmek için sağa döndük, yol dışından geçiyordu. Yön sorduğumuzda, köyün bebeleri bizi karşılayıp soru yağmuruna tuttular. Biraz hareketliydiler, 4-5 oğlan çocuğu, birbirlerini gaza getirip coşuyorlardı. Herhalde bayramın sevincidir! Öyle değil mi, bugünler onların günüydü.

Sokak aralarından geçerek (burada sokaklar çok dar demişlerdi zaten) meydana çıktık. Sağda solda birkaç kahve, hangisine oturalım derken, sorduk: buranın en iyi çayı hanginizde? Duvarın dibindeki masada oturan 4 kişi bizi yanlarına davet ettiler, “gelin burasıdır”. Tabii malumunuz üzere, “bisikletle mi geldiniz”, “nereden-nereye gidersiniz”le başladı muhabbetimiz. Biz kendimizi anlattıktan sonra soru sorma sırası bize gelince öğrendik ki, hemen sağımızda oturan bey amca yakın zamanda bir açık kalp ameliyatı geçirmiş, onun heyecanında halen. Diğer bey amcam ise hayata daha moralli bakıyordu. Tam karşımızdaki, yaşça daha genç olansa biraz muhalifti sisteme. 4. ise hiç konuşmadı, hep dinlemede kaldı.


Bu şekilde konuşa konuşa zaman da geçti, herhalde 1 saat kalmışızdır, belki de daha fazla. Yöreyle, sorunlarıyla, yaşamlarıyla ilgili pek çok konu üzerinde durarak, artık gitmek zorunda olduğumuzu hatırlayıp bir hatıra resminden sonra, içtiklerimizin de ikram olduğunu öğrenmemizle yanlarından ayrıldık (16:15 / 26. km). Gene o muhteşem duyguyla, insanlık burada da devam etmekteydi. Sağlıcakla kalın, muhabbetiniz daim olsun.

Tacir’den çıktık, yol göle doğru iniyordu. Kenarda, bir mezarlıkta verilen ihtiyaç molası sırasında, gelinciklerin resimleri çekilirken (16:35), Firuzan otların arasında bir kaplumbağa yavrusu fark etti. Minnacık bu hayvan maskot gibiydi. Eline aldığında kafasını çekiverdi içeriye. Önüne ot koyduysak bile çıkartamadık.
"En iyisini yapıyorsunuz diyorlar yollarda sohbet ettiklerimiz. Kafalarında bizim için bir resim, bir hikaye yazılmış: Dertsiz, tasasız bir rol biçilmiş belki de bizlere.

İyi rol bu, hoşumuza gidiyor çoğu zaman. Evet, hayatı deşifre etmişiz, demişiz ki, işte budur: bisikletle gezmek, görmek, doğayla, insanlarla içiçe olmak, azın ne kadar çok olduğunun farkına varmak. Çok da sağlıklı bisiklete binmek. Unutmuyorlar bunu eklemeyi.

Biz onları nasıl görüyoruz, onlar bizi nasıl görüyor? Biz kendimizi nasıl görüyoruz? Hepimiz bir ütopya yaratmışız, hem kendi hayatımız hem başkalarınınki için:

Kırkharman'daki Gürcü aile mutlu, yedikleri şeyler doğal, yeşillikler içinde yaşıyorlar, trafik derdi yok, hava kirliliği yok. Kimsenin kimsenin ütopyasını yıkmaya niyeti yok.

Herkes böyle mutlu galiba, hayatlarımızın birbirinin içinden geçişleri yeterince kısa olduğu sürece."

Ömerli ve İnikli’nin dışından geçerek Elbeyli’ye girdik (16:50). Burada, geç fark ettiğimizden geri dönmedik (iyi ki de dönmemişiz, çünkü birazdan çok güzel bir sürprizle karşılacaktık), bir dikilitaş (obelisk) varmış görülesi. Bir dahaki gelişimize artık.

İznik’e 7 km kalmıştı, bu şekilde pedallarken ileride iki bisikletli dikkatimizi çekti. Uzak olduğundan belli olmuyordu ama birinin üzerinde sarı bir mayo vardı. Haydi hayırlısı, kimdi bunlar diye yavaş yavaş yaklaştık arkalarından. Yaklaştıkça belli oldu ki bu sarı mayo GPA3’te aldığımızdandı. Demek ki arkadaş da oradandı, o zaman tanırdık herhalde diye iyicene yaklaşınca, Firuzan önümüzdekinin Kayhan olduğunu anlayıverdi. Vay bu ne tesadüftü böyle. Hemen yetişip, çın çın zili çalınca, o da dönüp karşısında bizi görünce çok sevindi. Durup kucaklaşıp, şaşkınlık içinde hemen o günlere ait birşeyler hatırlayıp birlikte devam ettik pedallamaya. Tatil nedeniyle Balıkesir’den gelmiş, yanındaki doktor arkadaşı Ceylan’la turluyorlarmış. Geceyi de İznik’teki arkadaşı Nazan’ın evinde geçireceklermiş, veya zaten bir önceki gece kalmışlar. Ehh biz de bu gece İznik’te kalacaktık, takıldık peşlerine. Konuşa konuşa girdik İznik’e (ne güzel oluyor böyle dostluklar). Saat 5 buçuk olmuştu. Buraya kadar yolumuz 42 km tutmuş ve 4 saat pedal basmıştık. 947 m rakıma çıkıp 85 m’ye inmiştik.

Şehir içinde biraz dolanıp, önce senato sarayına, sonra tiyatroya, arada da İznik çinilerinin üretildiği bir atölyeye uğrayıp akşam yemeği için Kayhan hepimizi davet etti (tekrar teşekkürler). Nerede kalırız kısmı da Nazan’ın evinin bahçesinde uygun bir yer olduğunun öğrenilmesiyle çözüldü, biraz kuruyemişle Nazan’a doğru yola çıktık. İznik’in az dışındaydı evi, DSİ’nın yanıbaşında. Deniz kenarında bir sitenin içinde küçük sevimli bir ev.

İznik ismi, eski adı olan Nikea’dan gelmektedir. Dönemde yaygın bir dönüştürme kuralına göre Rumca adın önüne “sur içinde” anlamına gelen is eki getirilerek İsnikea adı Türkçe´de İznik olmuştur.



İlk yerleşimin MÖ 2500 yıllarına uzandığı sanılmaktadır. MÖ 7. yy öncesinde burada kurulan yerleşime “Helikare” denmekteydi. Büyük İskenderin komutanı Antigonus tarafından MÖ 316 yılında kent Antigoneia adını almıştir. İskender’in ölümünden sonra Antigonus’u yenen general Lysimakhos eşi Nikaia’nın adını vermiştir. Bir süre Bithynia Krallığının başkenti olmuş ve önemli mimari yapılarla süslenmiştir. Sonra da Roma’nın önemli bir yerleşim yeri olarak varlığını sürdürür.

325 yılında Hiristiyanlık için önemli olan Birinci Konsül burada toplanmış ve Nikaia Kanunları adı ile bilinen 20 maddelik metin bu Konsülden sonra kabul edilmiştir. 787 yılında da İznik Ayasofya’sında yedincisi toplanmıştır. Ayrıca 6. Haçlı Seferi sonucu Bizans İmparatorluğu İstanbul’u kaybedince İznik Latin İmparatorluğu burada kurulmuş ve bu imparatorluk daha sonra İstanbul’u fethederek Bizans İmparatorluğu’nu yeniden kurmuştur.

İznik, 1331 yılında Osmanlı orduları tarafından ele geçirilmiştir. 14., 15. ve 16. yy’larda İznik bir sanat merkezi olmuş, dünyaca ünlü çini ve seramikler burada üretilmiştir.

Nazan, 7 yıldır burada hekimlik yapıyordu, jinekologtu. Bu gece de nöbeti vardı. O nedenle kalmayacaktı. Bize odasında da kalabileceğimizi teklif ettiyse de, bizim zaten çadırımız vardı ve bahçe de çok müsaitti.

Kıyıdaki iskelede oturup hep beraber sohbetimizi sürdürdük. Sonra üşüdüğümüzden eve geçip devam ettik. Nazan yürüyüş gezilerini, Ceylan’sa Küba aşkını dile getirdi (bu aynı zamanda benim de büyük tutkum), Kayhan 112’de yaşananları, Firuzan bisiklet giysilerini, ben de gıda fotoğrafçılığındaki hileleri anlatarak geceye renk kattık. Saat epey ilerlemişti, Nazan’ın hastaneye dönmesi gerekiyordu, bizler de yataklarımıza. Bahçede olmanın güveniyle, çadırımızın fermuarını çekip güzel bir uykuya daldık.

Uyku nedir? Uyku insan hayatında sırrı tam olarak çözülememiş enteresan bir olaydır. Uyuyan insanda şu olaylar gözlemlenir; Yatarak uyur. Gözleri kapalıdır, çok yüksek bir ses olmadıkça, hiçbir şeyi işitmez. Daha yavaş ve ritmik olarak nefes alır. Adaleler tamamen gevşemiştir (Eğer bir koltukta otururken uyumuşsanız, derin uykuda koltuktan düşebilirsiniz). Bir veya iki saatte bir kendi vücudunu elleri ile kontrol eder.

Bunlara ilave olarak kalp atışı yavaşlar ve beyinde rüya denilen çok ilginç olaylar oluşur. Diğer bir deyişle uyuyan insan çevresinde oluşan şeylerin çoğuna ilgisizdir.

Sürügenler, kuşlar ve memeliler hepsi uyurlar. Onlar da uykularında kısa süreler için de olsa çevreleri ile ilişkilerini keserler. Bazı balıkların ve kurbağa gibi hem suda, hem karada yaşayanların da belirli sürelerde aktivitelerini yavaşlattıkları, fakat hiçbir zaman çevre ile ilgilerini kesmedikleri biliniyor. Böceklerin ise uyuyup uyumadıkları bilinmiyor, ancak onların da bazıları gece, bazıları gündüz hareketsiz kalıyor.

Beyin dalgaları üzerine yapılan çalışmalar sonucu, sürüngenlerin rüya görmedikleri, kuşların çok az, memelilerin ise hepsinin uykularında rüya gördükleri saptanmıştır. İlginç olan noktalardan biri şu ki, inekler ayakta uyurken değil de, yatarken rüya görebilmektedirler.

Hayvanların uyku süreçleri de farklıdır. Örneğin insan bir kere ve uzun süre uyurken, köpekler kısa aralıklarla bütün gün uyurlar. Hayvanların bazıları uyku için geceyi tercih ederken, bazıları gündüzü tercih eder. (Lüzumsuz Bilgiler Ansiklopedisi, Tamer Korugan. Aykırı Yayıncılık, 2001).

Osmaniye > Kırkharman sapağı (9 km) > Tacir (26 km) > İznik (42 km)



3. gün / 25.04.10 Pazar

Sabah yandaki ağaçta çalışan ağaçkakanın sesiyle uyandık. Tak tak gagasını ağacın gövdesine vuruyor, kahvaltısını çıkartmaya çalışıyordu. 3 bacaklı kedi ise damdaki yatağından uykulu gözlerle bize bakıyordu. Aman dedik, dikkatli olalım, bize doğru atlar ve çadıra uçarsa, tırnakları ne eder bilemeyiz diye dışarıya çıkıp sevdik. Ceylan ve Kayhan uyuyorlardı, Nazan’sa daha gelmemişti. Bakkaldan aldığımız gazeteyle iskelede oyalandık. Birazdan da Kayhan çıkageldi. Az sonra da Nazan nöbetten döndü, elinde kahvaltılıklarla.

Tanrının sevdiği kuluyduk herhalde ki bu sefer de Nazan’ın leziz kahvaltı sofrasında bulduk kendimizi. Kocaman bir tava omlet, hem de bizim için pastırmasız yapılmış, bizi bekliyordu. Peynir koleksiyonundan bir tabak dolusu örnekler, çeşit çeşit ekmekler, domates, salatalık, zeytin ve de demlenmiş taze çay ile başladık günümüze. Geceden bıraktığımız yerden devam ederek öğleni bulduk. Eee bizim gitmemiz gerekiyordu. İstemeyerek yanlarından ayrıldık (12:30). Herşey için tekrar teşekkür ederiz. Çok çok güzel bir rastlantıydı.

Hava hafiften dönüyordu. Zaten meteo bugün ve sonrası için bunu söylemişti. Gerçi bu hava bisiklete binmek için ideal, terletmez. Göl kenarından Gemlik’e doğru başladık pedallamaya. Yol biraz dalgalı bu yakada, o nedenle zaman zaman hoplayarak gidiliyor, bu da uzadıkça sinir edebiliyor. Boş vermeye çalışıp, gölde balık tutanları, ağ toplayanları izleyerek, yol kenarında ekili enginarlara ağzı sulanarak (ah yiyebilsek), hava az ısınınca üstlerimizi değiştirerek, sırasıyla köylerin dışından, bazılarının içinden geçip Sölöz’e kadar geldik (14:30 / 28. km).

Sular doldurduk Müşküle’de (adını Demirışık olarak değiştirmişler ama köylüler dava açıp eski adlarını geri kazanmışlar. Dünyada Müşküle zeytinleri ve üzümleri meşhurmuş), elmalar satın aldık, fotolar+videolar çektik ve bir mola vermek için buradaki kahveye yerleştik. Birer sodayla susuzluğumuzu dindirdik, biraz da mineral takviyesi gerekiyordu. Geçen gelişimde de burada mola vermiştik, o nedenle tanıdıktı çevre. Kahvesi bir şelale dekoru önünde bulunuyor. Galiba bir yerin belediye başkanı da ziyaretteymiş denildi, tam neresi anlayamadık konuşmasından kadının. Binaların arasına Bursaspor bayrakları gerilmişti, taraftar akşamki GS maçına hazırlanıyordu.

Yeterince dinlendikten sonra tekrar çıktık yola. Aslında İstanbul’dan çıkarken aklımızda Yeni Sölöz’e girmek vardı ama Tacir’deki gezgin bisiklet tamircisi (doğru ya onu atladım anlatmayı. Bir Şahin arabayla köyleri dolaşan bir tamirci, tavanında dış lastikler bağlı, bisiklet tamiri yapıyordu) buraya bir çıkışın olduğunu söylemesi, şimdi gir-çık yapmaktan vazgeçirdi bizi. Bir de burada ün salmış, Türkiye’nin her yerinden gelinen bir kırıkçı-çıkıkçı varmış. Babadan oğula geçen bir devamlılık.

Yeni Sölöz’ün girişinde dilenci ve hurdacıların girişini istemediklerine dair uyarı levhası konulmuştu. Neden acaba? Verecek birşeyleri mi kalmamıştı?

Bu şekilde geldik Orhangazi-Gemlik yol ayırımına. Biz tabii soldan Gemlik’e doğru devam ettik. Artık bazı sanayi kuruluşları önümüze gelmeye başladı. Asil Çelik bunların başındaydı. Kocaman devasa yapısıyla bir mekanik canavar gibi yerleşmişti ovaya.

8 km sonra anayola bağlandık (15:45). D575 karayolundan Gemlik yönünde ilerliyorduk. Sağdaki güvenlik şeridi yeterli bir mesafe bırakıyordu. Yol üzerinde, özellikle sol tarafta büyük lokantalar sıralanmıştı. Anlaşılan karınlar burada doyuruluyordu. Tabii zeytin ve yağ satış noktaları gırla. Büyük küçük markalar, hepsinin mağazası vardı.

Bizimle beraber bir atlı araba da aynı yolu kullanıyordu. Onları geçip hafif hafif çıkan, eğimini hiç belli etmeyen bu yoldan saat 4 gibi Gemlik levhasını gördük.

Girişte sağdan gidilse, merkeze girmeden Armutlu yoluna geçilirdi ama biz biraz da içerisini görelim istedik. Yolumuzun üzerinde rastladığımız Komagene çiğ köftecisinden bir dürümü paylaşarak, sahildeki çaycıların olduğu bölgeye ulaştık. Ne edelim, duralım mı, simit mi alalım (3 tanesi 1 lira) derken, bize önce “hello” sonra Türkçe hitap eden bir bisiklet dostunun çay teklifini kabul edip, oturdukları masaya yerleştik (16:30).

Engin de bisiklete biniyor, yol bisikleti kullanıyormuş. Çanakkaleli ve gemi telsiz operatörü. Arkadaşı aşcıbaşı, Musa. İkisi de gemici. Gemileri açıkta bekliyormuş çarşamba'ya kadar. Yüklerini alınca Karadeniz’e açılacaklar. Bu arada onlar da kıyıda zaman geçiriyorlardı. Konu bisiklet olunca dostluk da çabuk kuruluyor. Ne alsam, hangi modeli seçsem gibi sorularla zaman geçiverdi ve biz daha nerede geceleyeceğimizi bilemediğimizden yola çıkmak için vedalaşıp yanlarından ayrıldık. Saat 5’e gelmekteydi. Çıkmadan önce km saatine baktığımda İznik’ten burası 54,5 km tutmuştu, ortalamamız ise 16,3 idi.

Önümüzde alternatif olarak Kumla, Karacaali, Narlı, Kapaklı duruyordu. Acaba hangisine yetişiriz, nasıl yerler buraları, yemek bulunur mu soruları içinde Gemlik’ten çıktık. Ancak yol dar ve trafikliydi. Yaklaşık 1,5 - 2 km uzaktaki anayola bağlanana kadar açıkçası sıkıntılı bir geçiş oldu. Hatta bir kendini bilmez “gavat”ın kaba sözlerine de maruz kaldık. Turist sandın mı laf atmak serbest herhalde buradakilerin kafasında. 2 kelime İngilizceyle konuşup sonra küfürle uzaklaşmayı marifet sayan bu vatandaşımıza yetişmeyi çok isterdim, bir çift lafım olacaktı ama şansı varmış.
Anayolda yürüyenlerden sorarak öğrendiğimiz şekliyle, soldan kıyıdan giden, daha sakin bir yolu tercih edip, yazlıkların ve motellerin yanından K. Kumla’ya ulaştık. Ancak halen vaktimiz vardı ve daha ileriye gidebilirdik. Yarın için de yolu kısaltmış olurduk düşüncesiyle Karacaali’de de kalabileceğimiz üzerine devam ettik. Önce B. Kumla’dan geçtik. Burası kalabalıktı, hareketliydi. Gençler piyasadaydılar. Bir kuruyemişçiden kabuklu fıstık alıp devam ettik ve Karacaali’ye geldik (68. km). Narlı’da daha az şansımızın olacağı söylendi, yemek konusunda. O zaman burada kalalım diye yer aramaya başladık. Çıkışına kadar gittik, kıyılarda siteler dizili. Öyle de uluorta bir yere kuralım istemiyoruz çadırı. Hani bilinsin, izin gerekirse alınsın ki sonra kimsiniz, nesiniz gibi durumlar oluşmasın. Sorduk, dediler ileride Anadolu Üniversitesi’nın tesisleri var. Falancayı görün, filancadan selam söyleyin. Söyledik ama bekçi biraz ürkekti ve aman abi, şikayet ederler, kızarlar, seni çimenlere koyamam diye geri çevirdi bizleri (alacağın olsun bekçi efendi). Oradan bir başkasına yöneldik, bahçede uğraşan bu adam da oralı olmadı. Bize garip yerler tarif etti, olmayacak gibi. Haydi dedik, boşver bu kafayı. Yani ne farklı durumlar, kimi evine alır, kimi de başından savar. İnsan türü, çeşit çeşit, cins cins.

Girişte pideciyi kestirmiştik gözümüze, hem yeriz hem de sorarız diye oraya gittik. Var mı bize göre çadırlık yer sorumuza, olabilir dedi. Şurada terk bir ilkokul var, onun bahçesi uygun mudur? Biz pidelerimizi yerken (2 pide+ 2 çay=11 lira) Şefik Bey de öğretmenle konuşup durumumuzu garantiye aldı. Tamamdı işler, kalacak yer de ayarlanmıştı (19:45).

Hava soğudu ama, rüzgar da kuvvetli esmeye başladı. Binanın kuytu yerinde beklemeye koyulduk. Bu arada pide tam kesmedi ki fıstıkları da üzerine yerleştirdik.

Gün kararmadan çadırı kurmamız gerekirdi. Okul bahçesini taradık ve duvar dibinde bir ağacın altındaki alanı seçtik. Çakıl azdı ve korunaklıydı. Rüzgar bayağı kuvvetli esiyordu. Kazıkları sağlam çaktık, bisikletleri yatırıp birbirine bağladık. Çantalar yanımıza, çadırın yüklüğüne çekildi.

Gece olmadan çadırımızı kurmuş içine yerleşmiştik bile. Biraz yaşadıklarımızı değerlendirip hafif hafif de karanlığın basmasıyla uykuya dalmaya çalışıyorduk ki, arkadan, deniz kenarından, konuşmalar-gülüşmeler gelmeye, gittikçe de artmaya başladı. Saat 9’u geçmişti ve köyün birkaç insanı kıyıda yüksek sesle konuşuyor, şakalaşıyorlardı. Yapılacak birşey yoktu, gitmelerini beklemekten başka. Öyle böyle yarım saat geçti ama giden yoktu, bilakis sesleri ve eğlenceleri yükseliyordu. Yarı uyku–uyanıklık arasında Firuzan bir koku fark etti, böyle petrol türevi birşeylerin yanması sonucu çıkan. Birazdan ortalık bir ateşin ışığıyla aydınlandı. Herifler ateş yakmıştı sahilde ve devamlı da birşey atıyorlardı üzerine. Her attıklarında kıvılcımlar yükseliyor ve rüzgarın etkisiyle de okul bahçesine savruluyordu. Yani çadırı 5 m ileriye kurmuş olsaydık üzerimizdeydi herşey. Şöyle kafayı bir çadırdan çıkartıp bakayım dedim ki ne göreyim, iki kişi bir kanepeyi kapmış ateşe atmaya hazırlanıyordu. Bu parçayla birlikte alev kocaman oldu ve durum iyicene vahimleşti. Yapılacak tek şey vardı, o da 156’yi aramak. Jandarmaya bölgeyi tarif ettim ve acilen müdahele etmelerini istedim. Yarım saatlik endişeli bekleyişten sonra ekip arabası geldi. Ateş söndürüldü ve adamlar da seslerini kıstılar. Herhalde duvarın öte tarafında bizim çadırı görmemişlerdi diye düşünüyorum, yoksa bu kadar tehlikeli bir eğlenceye girişirler miydi? Veya %60 durumları mı vardı?

Bütün bu gürültü sonucu saat de 11 olmuştu, ancak uyumaya geçebildik.

İznik > Sölöz (28 km) > Gemlik (54,5 km) > Karacaali (68 km)



4. gün / 26.04.10 Pazartesi

Sabah gecenin heyecanından sonra fazla oyanlanmadan toparlanıp 8 buçuğa doğru Karacaali’den ayrıldık. Yolumuz kıyıdan devam etti, ancak biraz sonra anayola bağlandık. Yol çok güzeldi, yüksekten giden, denizi gören, sağında tepeler, yeşillikler falan, sanki Serçe yolunda sandık kendimizi. Rüzgar da bizden yana bugün, arkadan destekle rahat rahat çıktık indik. Fazla da bir çıkış zaten yoktu.


Kahvede yerimizi alıp birer çay (40 krş.) eşliğinde Kırkharman’ın ekmekleriyle Nazan’ın peynirlerini mideye indirdik. Birer çay daha istedik çaycı Mehmet Osman’dan. Aslen adı Osman ama ona Mehmet diyorlarmış, hatta bir üçüncüsü de vardı ama şimdi hatırlayamadım. Bu şekilde fazla da oyalanmadan köyden ayrılıp Armutlu’ya doğru pedallamaya devam ettik. Yolda, bu yeni çıkan mavi çayın bitkisi olduğunu tahmin ettiği bir çiçeğin resmini çekti Firuzan. Bilemiyorum acaba o muydu ama görünüşü ve rengi çok etkileyiciydi.

10:20 gibi Fıstıklı’yı geride bıraktıktan 6 - 7 km sonra Armutlu göründü. Bu bölgenin kalabalık bir yerleşimi. İhlas tatil köyü nedeniyle buraya İDO da uğruyordu. Sabah yetişebilseydik 8’de Yenikapı’ya vardı bir sefer.

Armutlu’dan isterseniz Yalova’nın tepelerine çıkabilir, Yeşil-Mavi Yol’a ulaşabilirsiniz. Bir gün bunu pedallamak isterim. Aklımda Yalova-Gemlik arasını tepeden gitmek de var. Dağ yollarından. Ama MTB’lik yol demiyorum.
Neyse, Armutlu’da kalmayıp devam edecektik, o nedenle hemen geçtik gittik içinden (11:00). Küçük sokakları arasında kocaman TIR’lar ilerlemeye çalışıyordu. Sağa saparak küçük bir tırmanışla anayola girdik. Çıkmamızla da rüzgar yönünü ve şiddetini değiştirip karşımızdan esmeye başladı.

Hareketliydi buraları. Kamyonlar çalışıyordu. Yol genişletilmiş ama belli ki bir çalışma sürmekteydi. Bu şekilde tırmandık. 35 - 40 dk. durrmadan, sanırım bir 7 km çıkmışızdır. Yürümekle binmek arasında fark yoktu, hızımız 6 km’yi geçemedi. Baydı ama. Hatta bir yerde artık dayanamayıp indim ve ittim. Rüzgar ilerlememize izin vermiyordu. Bir tepeyi, yani burnu aşıyorduk. Çıktık çıktık ve sonra düzlüğe geldiğimizi sandığımızda da, gene küçük bir tepeyi daha geçmek zorunda kaldık. Nihayet tepesindeydik (11:50 / 36. km). Aslında dikey kesite baktığımızda rakım 265 m olarak gözükmekte, ancak rüzgar işi çok zorlaştırdı.

Eski yol kenarda kalmıştı. Anlatıldığına göre duble yol yapılıyormuş buraya da. Ehh hayırlısı, ne demeli.

Tepeyi geçtikten sonra artık önümüzde bir iniş görünüyordu. Off çekip bıraktık kendimizi yer çekimine. Ama o ne, rüzgar öylesine şiddetliydi ki yokuş aşağıya bile gidemiyorduk. Sanki birisi arkamızdan bizi tutmuş, durduruyordu. Kapandık bisilerin üzerine, yumurta olduk gidebilelim diye-banamısın. Mümkün değil, yerinde kürek çekmek gibi. Bu şekilde zorla Esenköy’e kadar gelebildik (yol burada gene eski dar şeklindeydi, daha genişletilmemişti).

Rüzgar rahat 35 km hızla esmekteydi (belki de fazla). Çınarcık’a 18, Yalova’ya 30 km kalmıştı daha. Nasıl yetişecektik bu durumda 3:30 gemisine bilemiyorum. Yapılacak tek birşey vardı, o da araca binmek. Haydi bir şansımızı deneyelim, acaba minibüs alırmıydı dedik. Ama pek olacakmış gibi konuşmadılar. O zaman kamyonet bulmalıyız diye, bir nalburun önünde çuvallarını boşaltan bir kamyonete sorduk: “Bizi Yalova’ya veya gittiğin yere atar mısın?”. “Çınarcık’a gidiyorum birazdan, isterseniz bekleyin”. Aman bu ne güzel söz, belki de işittiğim en güzeli. Beklemek ne, çuvalların boşaltılmasına bile yardım ederim.

Az sonra bisikletleri kireç çuvallarının üzerine, kendimizi de ön kabine yerleşmiş olarak bulduk. Kaptanımız Bahattin Bey, Orhangazi’de oturuyordu. Aslen Ordulu ama uzun yıllar önce buralara gelmişler. Kireç işi yapıyordu. Bu bölgeyi zaman zaman dolaşarak malla besliyordu. Bugün de o günlerden biriydi, şansımıza. Yolda inşaat sürdüğünden doğru dürüst gidilecek yollar da kapalıydı, bazıları toprak, zıplayarak geçti kamyonet. Rüzgar da durmadan esti durdu. Çınarcık’ta yolu dolandırmışlardı çevreden. Yani aslında isabet oldu araca binmemiz, çok zorlayacaktı bu rüzgar, yol inşaatı durumları. Derken Çınarcık’ta işi uzun sürmedi Bahattin Bey’in ve Yalova’ya devam edince biz de inmedik. Yolda bize kirecin ne çok yerde kullanıldığına dair hikayeler anlattı. Hatta sütçülükte bile kullanıyorlarmış (akla pek çok şey geldi ama neyse). Bu güzel sohbet içinde kendimizi Yalova’da bulduk. Burada yollarımız ayrılıyordu. O Orhangazi’ye devam edecekti, bizse feribotla Yenikapı’ya. Teşekkür edip arabasından indik.

İlk iş olarak acaba bu rüzgarda feribot çalışırmıydı konusuna açıklık getirmek için iskeleye gidip biletimizi aldık (çalışıyordu). Acaba dedik lisanslı sporcuların bisikletlerine para almazlarmı diye şansımızı denedik ama ne gezer, bisiklete 5 lira yolcu taşıma bileti kesiyorlardı. Bakacak olursan bebek arabasından fazla bir yer işgal etmiyordu. Ama yapılacak birşey yoktu, 13+5=18 lirayı adam başı bastırdık.

Bir saatimiz vardı daha, önce karnımızı doyurmak, sonra da kalan vakitte pazarı gezmek üzere meydana geri döndük ve Divan lokantasına yerleştik. Firuzan gidip yemekler seçti; yoğurtlu ıspanak, kurufasulye, pilav ve salatayı (tabii yanında acı turşu biberi) paylaştık. Toplam 16,5 lira tuttu. Ama iyi doyduk.

Sonra bir de pazara uğrayıp yeni çıkmış Malta eriğinden bir kilo (1,5 lira) ve evde pişirmek üzere taze bakla (kilosu 50 krş - şaşarsınız değil mi?) alarak gemiye döndük. Yerler numarasızdı ve kendimize önlerde bir yer bulup 70 dk’lık yolculuğumuza hazırlandık. Maltalar oturur oturmaz tüketildi. Zaman yaşadıklarımızın hatırlanmasıyla geçti. Ne güzel şeyler olmuştu. Herşey mükemmeldi. Hoş bir rastlantı sonucu Kayhan’ı tekrar görmüş, o vesileyle Ceylan ve Nazan’ı tanımıştık. Tepe köylerde Halil Amca ve hanımını, Ömer Serdar’ı, Gürcü ailesini, derken Tacir’deki hoş sohbet büyükleri ve çaycı Emre’yi teker teker gözümüzün önünden geçirerek Yenikapı’ya ulaştık.

Gemiden inip Aksaray’a doğru kıvrılıp Laleli civarına geldiğimizde, kim olduğunu anlayamadığım birisi “hello” diyerek bize doğru koştu. İngilizce konuşuyordu. Ben de bisikletçiyim, size yardım edebilirim gibisinden birşey diyordu, durduk. Nerelisin falan derken İsrailli olduğu ortaya çıktı. Bizi yabancı sanmıştı, buralıyız dedik. Ne arıyordu İstanbul’da? Çin’e gidiyormuş, 3 yıllık bir tura çıkmış. Adının Jin Ji olduğunu söyledi. Bir gezginmiş ve dolaşmadığı yer kalmamış. Patagonya’ya kadar gitmişti. Hemen telefonlar, posta adresleri alındı ve buradayken ara bizi diyerek ayrıldık yanından. Ne güzel dünya, bir bisiklet insanları bu kadar yakınlaştırabiliyordu, din, dil, ırk, sınıf farkı gözetmeksizin.

Eve vardığımızda saat 6 olmuştu. Yorgunduk ama bir gezi daha yapmış olmanın keyfi bizi mutlu ediyordu. Herşeyi salonun ortasına boşaltıp yayılıverdik.

Karacaali > Kapaklı (11 km) > Armutlu tepe (36 km) > Esenköy (46 km) > Yalova (araba) > Yenikapı (feribot)

4 günde yaklaşık 220 km yol yapmıştık. Deniz seviyesinden 950’lere çıkmış sonra göl kıyısına inmiş, oradan denize ulaşmış, bir daire çizerek İstanbul’a geri gelmiştik.
Her gezi sonrasında yenisinin heyecanı başlıyor.

Yol:
1. gün: Topçular > Tavşanlı > Sermayeci (20 km) > Valideköprü (22 km) > Çamdibi > Fulacık (39 km) > Osmaniye (53 km)

2. gün: Osmaniye > Kırkharman sapağı (9 km) > Tacir (26 km) > İznik (42 km)

3. gün: İznik > Sölöz (28 km) > Gemlik (54,5 km) > Karacaali (68 km)

4. gün: Karacaali > Kapaklı (11 km) > Armutlu tepe (36 km) > Esenköy (46 km) > Yalova (araba) > Yenikapı (feribot)

Bu bölgeye yapılmış diğer turlar: Yal-Ova, Yal-Ova2, Yal-Ova3, İznik Turu, İzmit'ten İznik'e, oradan Yalova'ya

Kaynakça: