7 Aralık 2010

Suriye: Kilis - Halep



5 Kasım 2010, Cuma / İstanbul – Kilis (otobüsle)

Nihayet hareket günü geldi. Kasım’ın 5’ine Kilis’e gitmek için Çayırağası şirketinden 2 kişilik yer almıştık. Öncesinden acaba bisikletler konusunda sorun olur mu diye e-postayla sorduysak da bir türlü yanıt alamadık. Firuzan bunun üzerine telefon etmiş ve ilkinde olamaz ikinci görüştüğü kişiden ise tam tersini öğrenmişti. O nedenle bakalım nasıl sonuçlanacak merakı içindeydik.

Otobüsün hareket saati 19’du, ama metronun 17’den sonra bisikletlere kapanması nedeniyle erken çıktık ve zamanında metrodan geçtik. Hem de tek jetonla. Malumunuz normalde bisikletlere de alıyorlar-dı. Dı diyorum çünkü son iki geçişte alınmadı, acaba bir değişiklik mi oldu yoksa memurun dalgınlığına mı geldik, bilemiyorum. Ama sesimi de çıkartmıyorum, aman ha!

Arka bagajlardaki ağırlıktan dolayı yürüyen merdivenleri kullanırken çok dikkatli olunmalı, denge bozulduğundan kolaylıkla velespiti elinizden kaçırabilirsiniz.

Neyse sorunsuzca Esenler otogarına çıktık. Kısa bir soruşturmayla Çayırağası’nın yerini de bulduk. Telefonda konuştuğumuz Hikmet Bey’i arayıp kendimizi tanıttık, zaten bisikletler bizi ele veriyordu. Bir sıcak karşılanma yaşadık, sormayın. Güler yüzlü, dostça, bugüne kadar görmediğimiz yakınlıkta. Bisiklet dostu olduğunu söyleyen Kamil Koç gelsin de görsün.

Otobüs gelmiş temizleniyordu, kapılar daha açılmamıştı ama bisikletleri almak için bagaj kapaklarını açtılar. Otobüsümüz Travego’ydu, 2+1. Yani her sırada üç koltuk olan, geniş ve rahat. Ekspres diyordu şirket bu servise. Daha eşya konulmadığından bagajlar boştu. Ama ne tekerler söküldü ne de başka bir şeye gerek kalmadan iki bisiklet mükemmel bir şekilde içeriye alınıp direklere bağlandı. Yerdeki kanallar da tekerleri içine alınca, değil Kilis, dünyanın sonuna kadar gidebilirdik. Yani ne oluyor anlayamadık, bugüne kadar böyle muamele görmedik, hep hayal etmişimdir, meğerse oluyormuş. Bu bir “müşteri memnuniyeti” anlayışı olsa gerek. Hani sonrasında bagaj doldu taştı ama tek bir itiraz duyulmadı şirketten. Buradan Çayırağası’na teşekkür eder diğer şirketlerin de örnek almasını dilerim.

6 Kasım 2010, Cumartesi / Kilis

15,5 saat sonra Kilis’e indiğimizde gece yolculuğunun ağırlığı vardı tabi üzerimizde. Ama burası halen yazı yaşıyordu, hava 23 ºC sıcaklıktaydı. Güneş tepede gülüyordu. Gecenin soğuğundan sonra şimdi terleyecektik anlaşılan.

Bisikletler özenle indirilip bize teslim edildi. Çantalarımızı takıp şehir merkezinin yolunu tuttuk. Otobüste tanıştığımız bir Kilis’li bey bize Arca Oteli’ni tavsiye etmişti. Bizimse aklımızda öğretmenevi vardı, kişi başı 18 lira, memur indirimiyle. Ehh daha hesaplı olabilirdi otele nazaran.

Terminalin kapısındaki polis memurundan aldığımız tarifle Kilis içinde yol almaya başladık. Sağdan soldan seslenenler, selamlayanlar, sıcak bir ilgi vardı bize karşı. Öğretmenevini bulmak zor olmadı, zaten küçük bir yer burası, terminale de uzak değildi. Kapıdaki memura oda sorduk, vardı. Eşyaları indirdik, bisikletleri park ederken kayıt için kimlikleri verdik. Sıcak su yoktu, tamirat varmış evde. Ehh ne edelim, idare ederiz bir gece dedik, daha kirlenmemiştik öylesine. Ancak kayıt yapan memur, kimliklerin fotokopisini çekerken soyadların farklı olduğunu görünce aile cüzdanı sordu. “Ne gezer, vermediler ki”, “eee, o zaman olmaz” dedi. Hoppala olduk. Ne fark ediyordu ki? İmam nikahlı olabiliriz, pek ala. Onu da kabul ettiremedik ve müdürüne de bu saçmalığı anlattıksa, o da soyadı tutmayan kadın erkeği bir odaya alamayacaklarını söyledi. Ayrı cinsiyetler yasaktı burada. Yani dedim, iki erkek olsak, yatabilir miydik? Ona imkan vardı. Peki eşcinsel iki erkek?, - fark etmezdi. Başka bir ifadeyle heteroseksüellere yasaktı burası. Ayrı odalar tutarak çözüm bulabilirdik ama homoseksüel olmak istemediğimden çıktık, yakındaki İstanbul Oteli de aynı muameleyi çekince biraz sinirlerim gerilmeye başladı. Bugüne kadar rastlamadığım bir durumu Kilis’te yaşıyordum. Burasının cinsellik anlayışı benimle uyuşmuyordu. Bunun üzerine Arca Otele gidelim diye yolunu tuttuk (onun da adı değişmiş Mer-Tur olmuş).

Tam otelin önüne geldik ki bir bisikletli yanımızda durdu ve hoş geldiniz dedi. Ne güzel bir duyguydu, burada bir bisikletli tarafından karşılanmak. Sıcak bir arkadaştı, konuşkan. Ayak üstü hızlı bir şekilde tanıştık. Forumlar vs derken baktık ki aynı kafadanız. Dedik, bir yerleşelim sonra arar, uzun uzun konuşuruz. Cepler verildi alındı hemencecik.

Gel gelelim bu otel 3 yıldızlı turizm belgeli olmasına rağmen aynı telden çalınca artık iyicene gerilen sinirlerim sonucu (ne olduysa?) resepsiyonist fikir değiştirdi ve bizi kabul etti. Bu nasıl turizm belgeli otel böyle, 3 yıldızlı homoseksüel. Yani anlatırken bile kafalarına bir şey indiresim geliyor. Hani uzasaydı herhalde takacaktım ve kurcalayacaktım. Her neyse 2 kişi 80 liraymış, yani hetero olmanın bedeli. Girdik odaya, yerleştik. Ama bence bu otel yıldızlarından ikisini geri vermeli. Musluklar sallanıyor, tuvaletin kapısı yok, kullananın üzerine açıldığından sökülmüş. Söyledim de bu durumu resepsiyoniste, 3 yıldızı herhalde kendiniz taktınız!! Müdürünü bulamadım tatil gününde, yoksa ona da giydirecektim.

Yorgun olmamıza rağmen çıkıp dolaşalım, karnımızı doyuralım dedik. Gelirken gördüğümüz, Yaren Sofrası diye bir yer sadece et yaptığından, tarif edilen Doğan Han’ı bulmak için yürümeye devam ettik. Öncesinden Vural arkadaşımızın iş yerine uğrayıp (su filtresi satıyor), yemek sonrası görüşmek üzere sözleştik.

Lokantayı bir iki soruşturmadan sonra bulduk. Cumartesi nedeniyle yemek çeşidi azdı. Etsiz yemek yoktu. Pilav, yoğurt, çoban salatayla doyurduk karnımızı 10 liraya. Akşam için belki tekrar gelirsek öcce yapmalarını istedik, Firuzan’ın bildiği ve sevdiği bir yerel yemek bu.


 


Yemek sonrası döviz alalım diye büfe aradık. Tarif üzerine bulduğumuz yerde böylecene kurları da öğrendik, 10.000 suri (Suriye lirası) almak için 307 lira ödemek gerekirdi, yani kabaca 3 TL = 100 SYL. 1 dolar da 46 suri ediyormuş bu günlerde. Bu bilgilerle ayrıldık, ATM’den lira çekmeye. Yolda bir seyyar satıcıdan meyan kökü suyu içtik. Cola’nın hammaddesi. Değişik, yerel bir tat. Ardından kuyumcular çarşısından geçip çevreyi tanımaya çalışarak Firuzan’ın amcasının dükkanına uğradık. Onlar hasret giderirlerken ben de birkaç foto çektim. Sonra eski evi ve kuzenlerinin evini aramaya koyulduk. Dar sokaklar içinden, bayram hazırlığındaki kadınların yanlarından geçerek dolandık.

“İstanbul’dan Kilis’e en son gittiğim zaman küçük bir köşe başı taş fırınından kahke almıştık. O günden zihnime kazınmış zeytinyağının kokusu burnumda, ya aynı fırını ya da başka benzer bir fırını aradım. Nihayet ara sokakların birinde gözüme ilişen mini bir fırın... Dayanamayıp yarım kilo kadar aldım. Odunları tutuşturmak için kullanılan zeytin dalları küçük taş fırının kapı yanına yığılmış. Kahke deyince, zeytinyağı kokusunun yanına zeytin dallarını da ekleyecek artık zihnim.”

Çıkmaz sokaklar, demirli pencerelerden bakan meraklı gözlerin önünden süzülüp artık çatısı yıkılmaya yüz tutmuş evin önünde birkaç foto alarak, kuzenlerle sonrasında buluşmak üzere sözleşip, bisikletçi dostumuzun iş yerine döndük. Öncesinde otelde biraz daha hafif giysiler giyerek. Kilis sıcaktı.


 
 

Kilis

İlk kez bir Asuri tabletinde, Ki-li-zi adında bir yerden söz edilmesine göre, Kilis’ in Asurlular döneminden beri var olduğu anlaşılıyor. Ayrıca, Kilis’ in antik yerinin, bugün bulunduğu noktadan 12 km kadar batıda olduğu, Büyük İskender zamanında, (Şimdi Suriye sınırları içinde kalan) Ürya Nebi denilen bir kent kurulduğu veya var olan bir kente, Chrrhus adı verildiği tahmin edilmektedir.

Bu sözcük Kiris olarak okunur ve “efendi” anlamındadır. Burası, bir zamanlar İskenderun Körfezin’ den, Fırat Nehri’ ne kadar uzanan Christik’i eyaletinin merkezi idi. Bazı haritalarda bu yere de Kilis denmektedir. Bizans’ın doğu sınırlarını gösteren, bazı haritalarda şimdiki Kilis’ in bulunduğu yerde Ciliza diye bir mekan görülmektedir. Romalılar döneminde, Ciliza siv ürmajijant denirdi. 9. yy. başlayarak gelen Müslüman Türklerin, kendi lehçelerinde düz, dümdüz anlamına gelen Kilis sözcüğünü, Kiris yerine kullanarak hazır buldukları şimdiki yerleşim merkezine verdikleri anlaşılmaktadır. Şor Türkleri de bal dalağına, Kilis derlermiş.

Kilis İ.Ö. 1460 yıllarında Halep krallığına bağlıydı. Hitit imparatorluk döneminin başlamasıyla Hitit etkisine girdi. M.Ö. 356'da Makedonya’dan yola çıkan Büyük İskender kuzey batıdan güney doğuya doğru bütün Anadolu topraklarını işgal ederek İskenderun körfezine dayanarak İskenderun’u kurup Kilis üzerinden Mısır’a doğru yoluna devam etmiştir.

M.Ö. 323 yılında İskender’in ölümüyle imparatorluk 3 general arasında paylaşıldığında Kilis ve çevresi Selefki’nin egemenliği altına girmiş ve 227 yıl Selefkiler devletinin egemenliği altında kalmıştır. Türklerin bölgeye gelişi 8. yy'da başlar. Harun Reşit El-Mehdi döneminde Orta Asya’dan koparak İslamiyet’i kabul eden Horasanlı Oğuz boyları gruplar halinde Abbasîlerin hizmetine girmeye başlarlar. Kentin bugün bulunduğu yerde Kilis adıyla gelişmesi, Mısır-Türk Kölemen devleti zamanında, yani 1250’li yıllarda başlamıştır. Osmanlı devleti topraklarına Yavuz Sultan Selim tarafından 23 Ağustos 1516’da Mercidabık köyü civarında yapılan ve aynı adla anılan savaş sonucunda katılan Kilis, bu dönemde Halep eyaletine bağlı bir sancaktı. Kilis, Mondros mütarekesiyle Aralık 1918’de önce İngilizler daha sonrada Fransızlar tarafından işgal edilir. Bölgedeki Ermeniler Fransızlarla birleşerek Kilislilere zor günler yaşatırlar. Tüm yurtta seferberliğin başlamasıyla Kilis’te kurulan Kilis Kuva-i Milliyesi düşmanlarla kahramanca çarpışarak 6 Aralık 1921'de kendi kurtuluşunu kendi kazanır ve Gaziantep’e yardıma gider. Kilis 1927 yılında G. Antep il olunca G. Antep’e bağlı bir ilçe olmuştur ve 6 Haziran 1995 tarihinde de il statüsüne kavuşmuştur.
 

 
 
 




Dünya küçük derler de bu kadar da küçük olur mu? Künefe eşliğinde Vural’la sohbetteyiz. Bisiklet ve bisiklet, bitmeyen konularımız. Bir de bakıyoruz ki Yasin, Vedat hepsi Vural’ın tanıdıkları çıkıyor. Hoppala, bu kadar da olur mu? Gel Kilis’te bul. Ne büyük rastlantı.

1 saatimiz çabucak geçiyor. Ertesi gün bizimle sınıra kadar pedallamaya gelmek istiyor, sabah 9 için sözleşiyoruz. Vural’dan ayrılıp kuzenlerin evinin yolunu tutuyoruz. 10 dakikalık bir yürüyüşten sonra yanlarındayız. Onlar gene uzundur görüşmemenin hasretini giderirlerken benim gözlerim arada kayar gibi oluyor. Yorgunluk kendini belli etmekte. Neyse ki ben de konulara dahil olup uykuyu kaçırmayı başarıyorum. Suriye’yle ilgili merakımı gidermeye çalışıyorum. Heyecanlıyız da yaşayacaklarımızdan.

Saat yedibuçuk gibi ayrılıyoruz yanlarından. Akşam yemeğini Doğan Han’da yiyeceğiz gene. Vardığımızda ısmarladıklarımız hazırlanmış bekliyor bulduk. Öcce çok lezzetli bir şey, mücver gibi. Ama kabak yok içinde. Etsiz çiğ köfte de ekliyoruz ve 13 liraya karnımızı doyuruyoruz.

“Öcceyi ben çok severim. Antakya, Gaziantep ve Kilis mutfağına ait zeytinyağında kızartılan mücverimsi öcce, bolca taze soğan, sarımsak ve maydanozla yapılıyor. Ekmeğin arasına da koyup yerseniz lezzetine doyamayabilirsiniz.”

Yolluk olsun diye biraz cevizli sucuk ve muskalardan da alıp otele dönüyoruz. Sıcak bir kakao ile geceyi, biraz da TV’de müzik dinleyerek tamamlıyoruz. Bir İtalyan kanalı güzel şeyler çalıyor, eskilerden. Bu duygular içinde yarın başlayacak Suriye gezisinin hayalleri içinde uykuya dalıyorum.




7 Kasım 2010, Pazar / Kilis - Halep

Çalar saati almayı unuttuğumuzdan akşam resepsiyona 6:45 olarak bildirdik uyanış saatini. Ama zaten 6’yı az geçe ayaklandım. Gece 11’de yatınca 7 saat yetmişti.

Eşyaları toplama, duş falan derken kahvaltıya 8’e doğru indik. Pek zengin olmayan, yani sıradan bir büfeden tabağımızı doldurup biraz da yanımıza yolluk alıp 9 da otelin önüne indik. Dünden Vural ile sözleşmiştik. Bizimle kapıya kadar, ortağı Rauf’la gelecekti. Ne var ki tek olarak göründü. Diğer bisikletin eksikliklerini toparlayamamışlar, sabahtan beri üzerinde çalışıyorlarmış ama bitmemiş.

Hep birlikte şehir içinden geçerek Öncüpınar gümrük kapısına doğru sürdük. Çarşıdan geçerken hani belki bir saat bulurum diye soruşturdum ama boşuna.

Kapıya giden yol düzdü. Bu sene bu yolda yapılan bisiklet yarışının başlama noktasından geçmek Vural’ı ayrı bir heyecanlandırdı. O da katılmış.

Sohbet ede ede yan yana pedalladık ve 9 km olmadan kapıyı gördük. Burada vedalaşıp, kısa zamanda keyifli bir bisikletçi dost edinmiş olmanın mutluluğuyla ayrıldık.

Uzunca bir boşluktan geçip gümrüğümüze geldik. Kalabalık yoktu, çıkış bedelini (15 TL) ödeyip damgayı da yedikten sonra bizimkilerden vedalaşıp tampon bölgeyi geçip Suriyelilere geldik. Orası kalabalıktı, ama memurlar güler yüzlü ve çat pat Türkçeleriyle bizi karşıladılar. Burada da damgayı yiyip gümrük işlemleri (bisikletleri pasaporta yazdılar) sonrasında Halep yönüne doğru pedal basmaya başladık.

“Türkiye çıkış kapısında şirin bir kedi bisikletimin pedallarını, yan çantaları öyle bir kokladı ki. Çok da şirindi. Memurlar herhalde Suriye’ye gitmenizi istemiyor deyip güldüler. Sınırdan bilfiil pedallayarak Türkiye dışına çıkmak da bambaşka bir duyguymuş. Çevirdiğimiz her pedalla Suriye kültürüne biraz daha yaklaşıyorduk ve heyecanım da git gide artıyordu.”

 


Artık Suriye’deydik ve manzara da buraya uygun değişmeye başladı. Arapçayla birlikte araçların hızları ve dağınıklıkları, değişik ulaşım şekilleri. Özellikle motosikletler, üzerinde mutlaka 2 kişiden fazlası var. Gerçi bizimkilerde de enteresan çözümler görmüştük. Bir tanesini hatırlıyorum, sepetine aldığı sayı 5’di, iki de motorun üzerinde, yani 7 kişi. Minibüs sayısına az kalmış. Gerçi minibüsler de 18 kişi taşıdığını düşünürsek. Bu işin içinden çıkamayız.

Camiler değişti, minareler kalınlaştı. Binaların rengi sarılaştı. Bir çeşit taş vardı, her yerde kullanılan. Gerçi göze hoş geliyordu hepsi. Damlar düz, mimaride Arap üslubu öne çıkıyordu. Kamyonların hepsinde römork takılıydı. Herhalde bu şekilde kapasite arttırıyorlar, TIR yerine.

Yol düz ve asfalt harika. Solumuzdan vızır vızır geçiyorlar. İllaki de korna çalıp bizi selamlıyorlar. Hatta karşı şeritten geçenler de elleriyle kornalarıyla bize ulaşmaktalar. Biz de elbette bunun yanında kalır mıyız, selaaam, merhabaaa, Allaaah yallaaah şeklinde onlara karşılık veriyorduk.

Gelmeden biraz hazırlanmıştık, sözlük, kılavuz falan yanımızda. Boş zamanımızda çalıştık. Ama unutuluyor hemencecik. Ancak eski Türkçeye biraz dönerek, daha kolay olabilirdi. Pek çok Arapça kelime var dilimizde. Gerçi biz bazılarını kullanırken değiştirmişiz. Mesela mektep bizde okul, onlar medrese diyorlar okula. Veya bardağa kase diyorlar, kase bizde ise çanak anlamında kullanılıyor. Bunun gibi pek çok var. Aklıma bir başkası geldi, babacığım hep söylerdi. Evrak aslında varak kelimesinin çoğuluymuş. Ama biz evraklar diyerek çoğula çoğul takmışız. Yani durumlar böyle. Doğru ya, “yani” de Arapça ve çok duyuyorsun konuşmalarında.

Neyse bir heyecan bizde. Farklı bir şeyler oluyor çevremizde. Etrafta Başkan Esad’ın resimleri bolca. Solumuzda kocaman bir helikopter havaalanı çıkıyor. Her tarafı helikopter doluydu. Tabi bir yığın yazı ama anlamıyorsun. Gerçi şehir isimlerinde Latin harfleriyle yazılanlarla birlikte Türkçe de yazıyordu. Kilis’ten çok geçen var. Bizimkiler her gün geçip çay, sigara, benzin, şeker alıp getiriyorlar. Bizdekinden çok çok ucuzmuş. Bir de sebzeleri hormonsuz olduğundan daha lezzetli hem de daha ucuz olduğu söylendi. Türkiye çok pahalı bir ülke oldu. Domates 4 - 5 lira, Suriye’de 2 liranın altındaymış ve de lezzetine diyecek yokmuş.

Bir beldeye geliyoruz 37 km sonra. Hadi gel bir dalıp çıkalım diye anayoldan ayrılıyoruz. Okul vakti (artık Suriye’deyiz, daha çok Arapça kelime kullanacağım, anlatıma bir hava versin) bebeler mavi formalarıyla yollardalar. Birisine yanaşıp merhaba diyerek laf atıyorum. Bisikletlerin önünde “Bisikletle Türkiye Ötesi: Suriye-Lübnan-Ürdün Dostluk Ziyareti”nin Arapçası yazılı. Okutuyorum, bakalım nasıl tepki verecekler diye. Bir heyecan, koşup babasına bir şeyler söylüyor. Tek anladığım Turkiya kısmıydı ama, sanırım nereden geldiğimizi söylüyordu. Yok ya, tabii ki onu dedi, kesinlikle :)

Buraya gelene kadar foto çekiyorum ama şöyle bir neler çıktı diye bakarken fark ediyorum ki makinenin ayarı önceki ayarda kalmış, hepsi fazla ışık aldığından uçmuş. Sinirim bozuldu, hemen düzelttim ama uçanlar uçtu. İyi ki bakmışım. Bir şans, Firuzan da çektiğinden teselli buldum.

Beldenin içinden geçip tekrar anayola çıkıp Aleppo, yani Halep istikametine devam ediyoruz.



Yol neredeyse dümdüz, meyil neredeyse sıfır, hava fevkalade, amanım gördünüz mü Arapçamı? Böyle neşe için de giderken sağda duran, yani bir tamir atölyesinin önünde oturan bir Suriyelinin çay davetiyle karşılaşıyoruz. Hadi artık başlayalım şu işe diye durup yanlarına gidiyoruz. Evet, çat pat eski Türkçeyle adlarını öğreniyoruz, Suphi, akrabası Ahmet, bir diğer arkadaşı Muhammed ve onun oğlu Yusuf. Tabii Arapça söylerken vurguları sertleştirin, biraz da gırtlaktan çıkartırsanız olur bu iş. Artık Mustafa’nın keyfini çıkartıyorum. Bir de göbek adımı ekledim mi oldu sana Mustafa Hüsnü, al sana Arap ismi.

Burası sanırım bir tamirhane, veya çok da dikkat etmedim içeriye, Firuzan der ki yatak gördüm. Yoksa evleri mi bilemedim. Halleriyle yoksul oldukları gözlemleniyordu ama neşeleri yerindeydi. Onlar anlatıyorlar Arapça, biz Türkçe Arapça cevap veriyoruz ve anlaştığımızı sanıp kafa sallayıp duruyoruz. Ama şunu anladığıma eminim, bayramda arabayla Halep’e gidecekler ve bizi de arabalarıyla alıp, yani bisikletleri de, Suriye’yi dolaştıracaklar. Aslında şunu demeye getiriyordu, zahmet etmeyin pedallayarak, arabayla gezelim. Olur mu, namümkün diye kabul etmiyor, tembel işi diyoruz gülerek. Yaşlar, başlar, çocuklar, Arapça adımın yazılışı falan derken şekerli çaylarından da içerek muhabbetimize artık son verip veda ediyoruz.

Yolların ortası blok taşlarla ayrılmış ki kimse ihlal etmesin şeridini ve olmadık şekilde U dönüşü yapamasın diye. Işıklara çoğunlukla riayet ediyorlar ama gene de dikkatli olunmalı çünkü kırmızı ışıkta bir kamyonun korna çala çala basıp geçtiğini gördük.

Bir motosikletli geçiyor yanımızdan, arkasında 4 kız çocuğu. Geçip yavaşlıyor, anlıyorum ki konuşmak için gelmemizi bekliyor. Türk olduğumuzu öğrenince akrabasının Konya’da çalıştığı çıkıyor meydana. Kendi de bir kaç kere gelmiş Türkiye’ye. Uzunca bir müddet yan yana gidip laflamaya çalışıyoruz. Çok samimi, dostça bir ifade içinde. Arkasındakiler kardeşleriymiş. İsimlerini sayıyor ama not almadığımdan aklımda tutamadım. Onu bıraktıktan sonra soldan U dönüşü yapıp yola fırlayan traktörün üzerindekinin 15 yaşında bile olmadığını görmek gerçekten heyecanlandırdı bizi. Yani olabiliyor. Doğru ya motorcunun da plakası yoktu, "mümkün" diyordu arkadaş.

Bu şekilde yola uzak pek çok yerleşimin yanından geçtik. Levhaları vardı, Arap ve Latin harfleriyle yazılmıştı isimleri. Güzel malikaneler vardı, hepsi duvarla çevrili ama. Mahremiyetten olsa gerek dedik.

Karnımızı yanımızdaki gıdalarla doyurmak, kenarda şöyle kısaca durup, bu arada ihtiyaç da giderip, 40 km’leri geride bıraktığımızı tespit edince artık Halep’in de yakında olduğunu sıklaşan trafikten anlar olduk. Arabalar çoğalmış, kamyonların gürültüsü artmıştı. Bizi selamlamak için o canavar klaksonlarını çalınca içiniz hop ediyor, aman yakın makın geçmesin sakın ha diye tedirgin olurken dikkat ettim de yay çizip ciddi bir mesafe bırakarak geçtiler hep.

Halep levhasını bekledik ki bir resim çekelim ancak çıkmadı karşımıza bir türlü. Ama stadyum vb isimlerden artık Halep’te olduğumuzun anlaşılması üzerine "istikamet merkez" diye sora sora Bağdat’ı bile bulabilirdik.

İstanbul’dan getirdiğimiz cesaretle daldık arabaların aralarına, şükran dedik, “one minute please” dedik, önümüzdeki yazıyı gösterdik, bazen unutup sırf Türkçe konuştuk, bakalım onlar anlamayınca nasıl oluyormuş diye diye kalabalığın ve binaların çoğaldığı, katlarının yükseldiği bölgelerden geçip Sheraton otelini sorarak meydanları dolandık. Neden Sheraton diyeceksiniz, yoksa orada mı kalmayı düşündünüz? Hayır, gelmeden önce Erim’den tüyo almıştık. Çevresinde diziliymiş tüm oteller.

Ehh Sheraton’u da bilirlerdi herhalde. Velakin arada Türkçe konuşanlara da rastlayıp, sevinerek onlara sorup elimizle koymuş gibi bulduk. Zaten yakınımdaki saat kulesi bize her daim kılavuzluk edecekti, sonrasında.

 

 




 

 





Şimdi otel bulmaya kalmıştı iş. Şöyle biraz bakındık, hemen karşısındakiler herhalde pahalıdır diye sokak içine daldık. Biraz tersten sürüp bir tanesinde durup, Aleppo Hotel, çıkıp fiyat ve odanın durumlarına bakayım dedim. Firuzan velespitlerin yanında, ben dikçe 2 kat merdiven çıkıp, içimden de burası olursa nasıl çıkartırız velespitleri diye de düşünerek, “es selamın aleykum” (sonrası gelmiyor tabii) Türkçe İngilizce karışık fiyatın 900 suri (2 kişi) olduğunu öğreniyorum. Banyosu da varmış. Bir de bakayım odaya dedim, yani öyle ahım şahım bir yer değil. Karşılıklı 2 yatak, bir küçük buzdolabı ve banyo. Balkonu sokağa bakıyor. Tenzilat diyorum, yani indirim. Yanaşmıyor Ahmet arkadaşımız. Peki, biraz dolanalım daha diye ayrılıyorum. Durumu Firuzan’a rapor edip gel bir iki yer daha gezelim diye devam ediyoruz. 2 sokak sonra sağda 4 yıldızlısı geliyor. Bu bize fazla gelir. Sonra 2 yıldızlısı geliyor. Daha girmeden kapıda 2 Türk’le karşılaşıyoruz, Antakyalı. Sormuşlar zaten 1700 mü ne diyor. Boş ver hiç girme diyorum kendime. Onlar Şark Otel diye bir yer bulmuşlar, ana caddede, 900’e. İçinde de Turksat yayını varmış. Hani yerli TV seyretmek için tercih etmişler. Madem ki onlar orada, biz de gidebiliriz diyoruz. Girişte de bisikletlere yer varmış. Tam bu sırada Firuzan ileride üst katlarda bir bisiklet fark ediyor. Hani bizimkilerden, tur bisikleti gibi. Dur orası nedir, acaba turcular falan mı var, bir bakalım diye gidiyoruz. Bir hostel, Spring Flower. Etraftaki esnaflar bizimle ilgileniyorlar. Bilirsiniz Sultanahmet durumları gibi bir yer. Hadi bir çıkayım bakayım. Şöyle bir kat merdiven çıkıp bir hole geliyorum. Etrafı odalarla çevrili. Bir iki tanesinin kapısı açık. Gözümün kenarıyla bakıyorum, 2 yatak karşılıklı, duvarlar taş, tepede bir pervane. Hoş bir dekor. Ama etrafta kimse yok, alo diye seslenince temizlikçi çocuk, sonradan adının Abdülmalik olduğunu öğrendiğim, yukarıyı göstererek bir şeyler söylüyor. Çıkıyorum bir kat daha ve genişçe ortak kullanım alanı, 3 tane bilgisayar sağda dizili, ortadaki masalarda oturan bir iki ecnebi kılıklı tip, sağda 2 Arap. Beni görünce sesleniyorlar ve arkadan genç biri çıkıyor, az da İngilizceyle anlaşıp odanın geceliğinin 650 suri olduğunu öğreniyorum. Tenzilat diye gene tutturuyorum, yanaşmıyor. Hadi göster bakalım şu odaları diye aşağıya iniyoruz. Birini açıyor, fena değil de penceresi yok. Lo ne be burası, in gibi diyorum kendime. Girdin mi uyanamazsın bir daha. Gün ışığı olmadı mı nereden bilecen gecemi gün mü? Soruyorum, ışık yok mu? Nasıl anlatırsın adama, aklıma güneş geliyor, biliyorum Arapça şems demek. Şemsiye de oradan geliyor zaten, güneşe karşı korunmak için yapılmış zamanında. Şems diyorum, nerede? Tavandaki ışığı yakıyor, yok o değil gerçeği nerede falan diyerek lafımı anlıyor ve beni karşıdakine götürüyor. Tamam, burada pencere var. Oda aynı, içinde bir kenarına WC yerleştirilmiş. Bastırıyorum pazarlık ediyorum ama düşüremiyorum fiyatı. Arkadaşın adı Halit, hadi Halit, in şunu 500’e, bak 2 gece kalacağım. Neyse uzatmayayım, Firuzan’ı da yollayıp, bir de sen gör öyle karar verelim diye. Onun da onaylamasıyla yarım saat interneti beleşe getirip, ne de beleş yani, saati 1 lira mı 1,5 lira mı ne zaten.

Çantaları söküp, ardından da bisileri küçücük mekana sıkıştırıp, ta tepeye çıkartamam artık, yerleşiyoruz odaya.

Bu arada fiyatların kaça geldiğini de anlatayım. Parayı Kilis’te bozdurduk. Yani daha hesaplı denildiydi. Bunu anlatmıştım. Şimdi 1000 suri 30,70 lira ediyordu. Bu hesapla oda 20 lira gibi bir şeye geliyordu. Daha fazla odaya ödemektense gezmek, yemeklerini yemek istiyorduk. WC MC öyle tıkırında çalışmıyordu, sifon antikaydı, daha duşunu denemedik, bakalım sıcak su nasıldı, akacak mı?! Boş ver dedik ve üstümüzü değiştirip attık kendimizi sokaklara.

İlk iş olarak yolun girişindeki meyve sucularına uğradık. 5 - 6 dükkan yan yana sıralanmış her çeşit meyvenin suyunu çıkartıyorlar. Narlar gördük, kaça dedik, 40 suri bardağı. Sık 2 bardak. Bardaklar da devasa. Kesmedi, bir de greyfurt. Ohh be iyi geldi. 120 suri’ye, yani 3,5 lira bile değil. Mümkün mü İstanbul’da bu fiyata? Nar suyunu 4 liraya zor içiyorsun. O da yarısı bardağın, adam neredeyse maşrapayla verecek. Bizi sevdi ki bir de 2 dilim elma verdi, soyulmuş. Habibi diyerek, yani arkadaş diyordu.

Buradan ayrılıp serseri mayın gibi dolandık akşam 10’a kadar. Önce gelirken gözümüze ilişen pazara gittik. Bugün Halep’in büyük pazarıymış. Haa unutmadan, cuma - cumartesi hafta sonu burada, pazar haftanın ilk işgünü. Çoğu gitmiş pazarın kalanı bile muhteşemdi. Peynirler, zeytinler, ekmekler. Sonra meyve sebze, amanım. Yani nasıl anlatayım ki, bir curcunadır ortalık. Hararetli bir alış veriş. Baharatlar, sabunlar, sokaklara kadar kokuları yayılıyor. Kahveciler, dur iç. 15’le 25 suri’ye. Saat aradık bu arada, ama bir türlü istediğimizi bulamadık. Dandik Çin mallarına da güvenemeyip, zaten gece ışığı da yoktu, almadık.
 
 


Sonra Antakya’ya dolmuşçuluk yapan, o nedenle de çat pat Türkçe konuşan birinden yemek için güzel bir yer ismi öğrendik, Al Kommeh Restaurant. Onu ararken, saat bakarken geçti zamanımız ve saat 18:30 gibi bu sözü edilen lokantaya girdik. Şimdi havalı bir yer, yerel otantik durumlar. Sözde sigara içilmez işaretleri var ama kim takar. Sigara değil adamlar şişe içiyorlar, yani nargile. Sadece adamlar değil kadınlar da fokurdatıyorlardı.

Girişte bizi karşılayan, az da İngilizce konuşan, biraz da Türkiye’den haberdar olan bir garsona elimizdeki Arapça yazıyı okuttuk: “Biz et, balık, tavuk gibi şeyleri yemiyoruz. Bize sebze var mı?” Tamam dedi, vejetaryensiniz. Allah dedik, biliyorlar, yaşadık. Oturduk sedirimsi köşeye. Şu fiyatlara da bir bakalım, hani kazıksa su içer çıkarız. Yani pek anlamadıysak da fiyatlar ürkütücü gelmedi ve garsonumuza bıraktık seçimi. Önce humus ve babaganuş diye bir şeyler geldi. Ayrı bir tabakta nane, turp ve acı biber. Bir sepet sıcak puf gibi pide ve ayran. Bir şey daha gelecekti, pişmiş sebze demişti. O gelene kadar gelenlere yumulduk. Amanım ne lezzet, şahane şeyler. Biber kesmedi, dedik daha acısını getir. Yeni bir tabak geldi, şöyle bir tadayım diye ısırdım. Off sormayın, zehir. Boş da bulundum, kulaklarımdan çıktı. Firuzan’a verdim, al bunu dene diye. O da hart diye ısırınca bir baktım ki gözlerinden çıkıyor acılar. Yani ikimizi de perişan etti. Derken o üçüncü yemek de geldi. Sıcak sebzeler, patlıcan, biber falan sos için de servis edilmiş. Ama ne diyeyim size, böyle lezzet görmedim. Olacak gibi değil. Acının da etkisiyle daldık içine. Karnımız doyunca üzerine de birer çay içip etrafı seyrederek, garsonlarla konuşarak tamamladık yemek işini. Hesap 400 suri geldi, yani 13 lira. 50 suri de bahşiş bırakıp tam da kalkarken birisinin önümüze mırra uzatması ile, onu da dikip, ona da 25 suri bırakıp 500 suri gibi çıktık bu mekandan. Tavsiye ederiz, gittiğinize mutlaka uğrayın. Muhakkak pek çok başka yer de vardır ama burası fevkalade lezzetli.

Yemekten sonra biraz yürüyelim, daha erkendi ve şehrin diğer yönlerine geçtik. Kaldığımız yer Sultanahmet, Laleli gibiydi, şimdi Halep’in Nişantaşı tarzı yerine geldik. Markalar başladı belirmeye, gençler kafelerde dondurma yiyorlar falan. Bir döviz bürosu veya banka mıdır bilemedim, açılış yapmakta. Sis dumanları, gökyüzünü aydınlatan projektörler, yüksek sesle çalan bir müzik. Adı da Beko, üstelik bizdeki beyaz eşya markası gibi bir karakter kullanmış logosuna. Hani dersin ki Koç burada.

Böyle dolandık durduk ve öyle bir yerde bulduk ki kendimizi, daracık sokaklar, bazısına araba bile giremez. Sokak lambalarında sarı ışıklı fenerler. Evlere alçak bir kemerin altından geçip giriyorsun. Pencereler kafes kafes. Hayat içeride, dışarıya kapalı. Mahremiyet var.

Tüm sokaklara girmek istiyor adamın canı, merak işte. Bazı binaları butik otel şekline dönüştürmüşler. Burada Hıristiyanlar da var. Kiliselerinde toplanılmış, bir kutlama vardı. Kalabalık, şık giyimli bir davetli topluluğu. Sonra başka bir sokaktan müzik sesleri geliyor. Merak işte, dalıyoruz. Anlaşılıyor ki düğün. Bize kahve ikram ediyorlar. Bir şekilde Diyarbakır’la irtibatları var. Kürt olmalılar. Oradan ayrılıp başka bir yere giriyoruz. Sokaklarda, arabalarda, tezgahlarda yiyecekler satılıyor. Haşlanmış mısırı bıçakla kazıyıp tabakta servis ediyorlar. İç baklaları da haşlamışlar ve ful ismiyle sunuyorlar. Tattık, çok hoş. Sahibi yoktu alamadık. Kuruyemişler çeşit çeşit. Tabii her şey açıkta. Ekmekler (lavaş yani) soğusun diye yol kenarlarındaki demirlere asılmış. 10’lu 20’li alıyorlar, fırınların önlerinde kuyruktalar. Tatlıcılar gırla, yani öyle çok yiyecek satılıyor ki sokaklarda. Köşe başlarında yemek yiyenler. Kırmızı biberleri kızgın yağda kızartıp pidenin arasına koyup dürüm ettikten sonra lop indiriyorlar.

Nasıl desem, anlaşılan daha bakalım neler göreceğiz. Bir gün de bu kadar çok şey. Başımız döndü, onu da denesek, bunu da yesek, şunu da mı alsak falan diye diye artık günün yorgunluğu kendini belli edince hadi otele dönelim dedik. Yoldan biraz meyve alıp, mandalina ve 2 muz. Ne kadar, 18 mi dedi 13 mü dedi tam anlayamadık. Sanki İngilizceydi. 50 verdik, 3 tane madeni para geri verdi. Neydi bunlar, üzerlerine baktık ama bunlarda Latin rakamları yoktu. Nasıl olur, hep olmaz mıydı?! Aman, boş ver, 50 suri ancak 1,5 lira ederdi, bizde alamazsın bile diyerek yiye yiye geldik odaya.

Firuzan biraz kitap okuduktan sonra daldı uykuya. Ben öykümü kaleme alırken, sokaktaki ses veya gürültü mü desem kesilmiyordu. Halen hayat devam ediyordu. Saat gece yarısı olmuş, adamlar uyumuyorlar mıydı?




 

 


Kilis - Halep
Uzaklık: 67,5 km
Süre: 4 h
Ortalama hız: 16,8 km/h
Rakım: 695 - 372 m
Hava sıcaklığı: 21 - 30 °C
Garmin yol bilgileri için: Kilis-Halep




8 Kasım 2010, Pazartesi / Halep

Sabah 7’yi geçe uyandık. Odanın içi serindi. Gece çarşaflar temiz olmasına rağmen battaniyeyi pek sevmedim (üst çarşaf yoktu, direkt battaniyeyi örtüyorsun) ve tulumu çıkartıp içinde yattım. Biraz daha yatakta döndükten sonra kalktık, sanırım 8’i geçmişti saat.

Firuzan önce bir duş aldı. Evet, sıcak su çalışıyordu. Gerçi tuvalet antikaydı ama suyumuz vardı. Sonra toparlanıp günümüze başlamak için dışarıya çıktık. Bütün gün dışarıda olacaktık, o nedenle torbalarımız ağırdı. Günün programında konsolosluğa gitmek vardı. Önce onu aradan çıkartmak doğru olacak. Adresini gelmeden not etmiştik, fakat nereye düştüğünü öğrenmek için üst kata çıkıp Halit’ten bilgi alabiliriz.

Halit’in afyonu daha patlamamıştı, söylediklerimizi anlamıyordu. Bu durumda konsolosluğu arayıp telefona çıkan hanımdan adres tarifini az çok alıp bir de Halit’e anlatmasını istedik (gerçi pek de işe yaramadığı sonradan belli oldu. Dedim ya daha uykudaydı arkadaş). Hostel’de kalan İsviçreli çok daha bilgiliydi ve bize müze ve turizm ofisinin yerini tarif etti. Elindeki haritada da konsolosluğun yeri belliydi zaten.

Hostel’den çıkıp müzeye doğru yürüdük, zaten çok da uzak değil, 10 dk. sürmedi bile. Turizm ofisi de yakınındaymış ama kime sorduysak bir türlü anlatamadık, sonunda müzeye gidip danıştık. Meğerse hemen karşısındaymış.

Turizmden bir Suriye yol haritası edindik, bunu İstanbul’daki fuarda bulamamıştık. Aslında getirmemişlerdi çünkü halen Hatay’ı bize ait göstermiyorlar. Bu haritada da durum farklı değildi, baskı 2009 olmasına rağmen. Bakalım yeni baskılarında değiştirecekler mi? Suriye uzun yıllardır Hatay’ı kendinde kabul ediyordu. Nedir bu komşuların bizim topraklarımızdaki hesapları?

Turizmdeki hanımdan ve beyden Arapça TC Konsolosluğuna gitmek istediğimizi bir kağıda yazdırıp ayrıldık yanlarından. Genişçe bir parktan geçerken ortasında Hafız Esad’ın dev bir heykeli vardı. Önünde çektiğimiz hatıra resmi çok güzel oldu. Sonrasında bize takılan bir Halepliyle sohbet etmeye çalıştık. İstanbullu olduğumuzu öğrenince çok sevindi, Taksim, Beyoğlu falan hepsini biliyordu. Anladığım kadarıyla Türkiye’nin yıllarca İsrail’in yanında yer almasından şikayetçiydi. Aynı din, aynı kültür, yıllarca Osmanlı buraları yönetti diyordu, neden İsrail? Soruyordu. Yarım yamalak anlaşmaya çalışarak ayrıldık yanından.

Kahvaltı işini nasıl çözecektik, sırada o vardı. Dünden gördüğümüz bazı peynirciler, fırınlar falan geldi aklımıza. Oraya gittik. Küçük sandviç şeklinde ekmekler, örgü peyniri ve zeytin aldık. Fiyatlarını sorduğumuzda ne dediklerini anlamadığımızdan, elimizdeki parayı uzatıyor, onların almasını istiyorduk. Bu konuda bir sıkıntı olacağını sanmıyorum.

Hava sıcaktı, ortalık kalabalık. Trafik, sormayın her yerden akıyor. Tıkanma olmuyordu ama. Korna çalmayı Halepliler de seviyorlar, ama öfke şeklinde değil. Zaten birbirine sert davranan kimseyi görmedik. Anlaşılan aralarında husumet yok buradaki insanların.

Kahvaltımızı yiyebileceğimiz bir kıraathane şeklinde yer olmadığından, veya gözümüze ilişmediğinden, parkta güzel bir bankta edelim bari. Dikkat çekici bir şekilde parklar vardı burada. İçlerinde fıskiyeler, geniş boşluklar, bolca da bank. Birine yerleşip yanımızdakilerle doyurduk midemizi. Örgü peyniri bizdeki gibi tuzluydu. Ekmekleri tatlıca, herhalde şeker koyuyorlar hamurlarına. Zaten sanırım Suriyeliler tatlıyı çok seviyor olmalılar, çünkü her yer baklava çeşitleriyle dolu. Sadece baklava değil, şekerli pek çok şey. Çayı ve kahveyi de şekerli seviyorlar. Şekersiz istiyorsanız mutlaka belirtin. Mesela kahve için “sade kahve” diyeceksiniz. Zeytinin tadı pek iyi değildi, yani çok daha iyisini bildiğimizden. Hani şu hazır tenekelerden çıkanlara benziyordu.

 

 
 


 

Kahvaltı işini de hallettikten sonra artık gecikmeden konsolosluğun yolunu tuttuk. Hem haritadan çözmeye çalışıyor, çıkaramadığımız noktada kağıdı gösterip yol soruyorduk. Yürüyerek dolaşmak çok rahat, hem etrafı görüyor, hem ters düz istediğin yerden gidebiliyorsun. Aslında dün gelirken zaten bu bölgeleri geçmiştik, ama nerede olduğumuzu bilmeden. Dikkat çekici bir camii vardı, mimarisi farklı, kocaman bir şey (Al Rahman Cami). Sonunda polis, öğrenci, vatandaş, istihbarat falan diyerek vardık konsolosluğumuza. Randevumuz yoktu ama başkonsolos sekreteri Gülden Hanım bizi Adnan Bey’in huzuruna çıkardı. Eksik olmasınlar kendileri de nezaket gösterip bizimle ilgilendiler ve Suriye hakkında aydınlatıcı bilgiler verdiler. Her şeye rağmen bir ihtiyaç halinde kendisini arayabileceğimiz bir telefon vermesi bizi çok mutlu etti. Gezi amacımız ilgisini çekti, çok memnun oldu tanışmaktan. Güvenlik konusunda ülkenin hiçbir sorunu olmadığını ama trafiğe dikkat etmemizi öğütledi. Biraz daha sohbet ederek ve çay içerek zaman geçirip müsaadelerini alıp yanlarından ayrıldık.

Çok sözü edilen Halep garını görmek için gene harita ve vatandaş yardımıyla istikamet belirleyerek yürümeye devam ettik. Yollarda devamlı ilgimizi çeken bir şeyler vardı. Ya bir asfalt çalışması, ya bir bina veya araç. Onun resmini çek, şuraya bak, buraya gel diye diye vardık gara. İçine girip inceledik. Bizi gören görevliler ilgilerini esirgemediler. Biz de Türk olduğumuzu hep söyledik. Sıcak bir karşılama aldık daima.

Gardan çıkıp, eski Halep’e doğru yürümek için geçtiğimiz parkta, bir kahve içelim artık burada diye takıldığımız büfedekiler Türk olduğumuzu öğrendiklerinde İbo’nun kasetlerini çalmaya başladılar. Çok seviyorlardı Tatlıses’i. Sonra sohbet esnasında Kurtlar Vadisi çıktı ortaya. Büyük heyecanla takip ettiklerini söylediler. Sivil polisler geldi, tanıştık. Ama biraz kadınları görmezden gelen bir halleri vardı. Firuzan yoktu sanki ortalıkta.

Yani sormayın öyle renkli geçti zaman tahmin edemezsiniz. Tabii bolca eski Türkçe kelimeleri toparlayıp anlatmaya çalıştık derdimizi. Şimdi yaya nasıl gideriz diye soracağız, aklımıza piyade lafı geldi. Evet bir şey anlatıyordu. En azından arabayla gitmek istemediğimizi ifade edebildik.

Yolda falafel’ci gördük. Şunu artık bir deneyelim diye birer dürüm siparişi verdik. Kaçaydı, belki yanlış anladık ama 15 suri. Bedava, çok da lezzetli. Paralarını daha tam çözemedik.

Meyve suları içtik, doyamadık ikişer bardak ancak kesti. Bir nar bir havuç suyu, beher bardak 40 suri. Kahveler 15 ile 25 suri arası.

Müzeye kapanmadan yetişmek için acele etmemiz gerekiyordu. Giriş 150 suri adam başı. İçerisi oldukça zengin. Başınız dönüyor bitirene kadar. Ama bu durumda kaleyi kaçırdık. O nedenle bugünlük yakınındaki kapalı çarşıya girdik. Aynen bizimkisi gibi. Aynı şeyler, aynı hava fakat çok daha kalabalık. Mahmutpaşa’sı da var. Baharatçıları kıyamet kadar. Mis gibi kokuyor her şey. Özellikle çekilen kahve ve kakulenin kokusu, sabunların kokusu her yerde. Firuzan mısır istedi yemek. Dünden beri dikkatimizi çekiyordu. Adamlar istersen bıçakla keserek ayıklayıp bir plastik kaba koyuyorlar, kaşıklıyorsun. Biz koçanıyla aldık, 25 suri. Ama böylesine lezzet görmedim, süt mü süt. Buradakiler GDO’suz olduğundan mıdır, cinsinden midir?

Bolca kahve çaktık, bolca yürüdük durduk. Gece dolaştığımız sokak aralarını tekrar gündüz gözüyle görelim istedik. Ful yedik, haşlanmış bakla, üzerine kimyon ve limon sıkıyorlar, biraz da suyundan. Afiyetle yiyorlar. Yani ot oburlar için çok şey var sokakta. Hani kebap merakları var ama yanı sıra humus’du, ful’du, falafel’di... bolca.

“Önümüze çıkıveren Hindistan cevizlerinin de tadına baktık. Haliyle... Satıcı cevizlerinin tepesini kesti, elimize tutuşturdu, birer kamışla suyunu içtik. Sonra büyük bir ustalıkla kabuğunu soydu. Dilimler halinde yemek üzere kalanları yanımıza alıp, ikisine 100 suri verip yola devam ettik. Suyu da katı kısmı da gayet lezzetliydi.”

Artık yarın yola çıkmaya karar verdiğimizden yanımıza biraz suri alalım diye döviz bozdurduk. Dolar 46 suri ediyordu. Büfeler var, sorgusuz sualsiz alıp bozuyorlar.

Şunu söylemek isterim, hayat zorlaştırılmamış. İnsanlar rahat bir şekilde yaşıyorlar. Temizlik pek olmasa da bir şekilde düzen işliyordu. Evet çok şey açıkta satılıyordu, Suriyelilerin hepsi şerbetli olsa gerek, hasta olmuyorlardı herhalde. Biz de şerbetlenelim diye onların yediklerinden yedik. Yoksa ne kadar steril yaşamaya çalışırsan o kadar kolay mikrop kapıyorsun. Vücut kendi koruma sistemini çalıştırmalı.


 


 



 






Halep, Suriye'nin 2. en büyük kentidir. Halep Arapça'da ve diğer bazı Sami dillerinde süt veren demektir.

Halep, Osmanlı İmparatorluğu'nun en önemli kentleri arasında yer almış, Türkçe deyimlere ve Türk edebiyatına yerleşmiştir. "Halep oradaysa arşın burada" deyimi, Aşık Ömer'in "İşte geldim gidiyorum şen olasın Halep şehri" beyiti, Aşık Emrah'ın sevdiğini Halep'te araması, Kerem'in Aslı'nın ateşine Halep'te yanıp kül olması bu meyanda sayılabilir.

Pek çok tarihçi Halep için "Doğunun Kraliçesi" terimini kullanmıştır. Yumuşak iklimiyle, kültür ve sanat çevresiyle, eğlence hayatıyla, zengin mutfağıyla insanları kendine çeken bir özelliği vardır. Kebabın kökeni tartışmalarında da Adana ve Urfa'ya rakiptir.

Tarihi M.Ö. 3000'li yıllara uzanan Halep Kalesi'nde çeşitli Mezopotamya devletleri, Roma İmparatorluğu, Bizans İmparatorluğu, Arap hakimiyeti, Büyük Selçuklu Devleti ve Osmanlı İmparatorluğu devirleri yaşanmıştır. Suriye'nin sürekli ticaret ve üretim merkezlerinden biri olmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu'nda Bursa ve İstanbul'dan sonraki en önemli dokumacılık merkezi Halep olmuştur. İpekli dokumaları ve sabunları Halep'in en önemli ihraç malı olmuştur. 1500'lü yıllardan itibaren Venedikliler, İngilizler, Fransızlar ve Hollandalılar Halep'te konsolosluklar ve acenteler kurmuştur. Osmanlı'da ilk mason locası da Halep'te kurulmuştur. Arap harfleriyle ilk matbaa İstanbul'dan önce Halep'e uğramıştır.

Osmanlı şehirciliğinin klasik bir örneği olan Halep'in özelliklerinden biri de Kayşani ismindeki taş cinsinin yapılarda kullanılmasıdır. Halep kalesi, hanlar, hamamlar, çarşılar, camiler, medreseler bu taşlardan yapılmıştır. Halepliler günümüzde bile evlerini taş kaplama yapmaya devam etmektedir. Selçuklu, Eyyubi, Memlük ve Osmanlı izlerini taşıyan Halep, Bursa, Konya, İstanbul'un bir alaşımı gibidir.


 
 

 
 

Hostelin üst katında biraz yazmaya çalışıyorum ama kalabalık dikkatimi dağıtıyor. Bir yandan açık TV, diğer yanda çok konuşan Alaman kızı. Toparlamakta zorlanıyorum ve odaya geçiyoruz. Zaten internet bağlantısı da çalışmıyor doğru dürüst. Hız düşük, siteler açılmıyor. Sürekli erişilemez uyarısıyla karşılaşıyoruz. Akşam geç saatte deneyelim diyor işyeri sahibi. İyi öyleyse diyerek odaya dönüyoruz. Burada daha iyi toparlıyorum kafamı.

Saat 20:30 gibi çıkıp yemeğe gidiyoruz. Gene aynı yer, dün akşamki. Memnun kalmıştık, ne gereği var şimdi yeni yer aramaya.

Dünkü yerimizin karşısındaki masaya buyur ediliyoruz. Dünkü garsonumuz yok ama gene de bizi tanıyan bir başkası geliyor. Firuzan mercimek çorbası denemek istiyor. Sonrasına zeytinyağlı yoğurt, muhammara diyor. Ben cacık, patlıcan kızartması ve humus istiyorum. Önceden gelen nane ve turpun yanına acı biber ekliyoruz. Her şey gene dünkü gibi lezzetli. Ama o soslu patlıcanlı yemekte aklımız kaldı, hadi onu da istiyoruz. Ama farklı bir şey geldi, tam anlatamadık herhalde. Bu gece abarttık ama. Biber de gene müthiş acı. İştahımızı öyle bir kamçılıyor ki, tabaklar tertemiz. Dünden tecrübe çay, kahve yok.

Yemeği bitirdikten sonra sohbet ederek oyalanıyoruz bir müddet daha. Dün geceden farklı olarak musiki ekibi eşlik ediyor yemeğe. Ut çalan ve şarkı söyleyen iki kişi geceye renk katıyorlar. Arapça şarkılar dinliyoruz.

Karşımızda, yanımızda, uzağımızda ilginç insan manzaralar var. Mesela geleneksel giysilerinde bir Arap, yanında karalar için de iki hatun. Ailesi mi? Herhalde. İki karılı mı yoksa nedir bu adam diye fikir yürütüyoruz. Zat pek yanındakilerle ilgili değil. Sonra solumuzda iki adam bir Hollandalı kadın. Adamlar yerli malı sanki. Birisi susmadan konuştu gece boyunca. Diğeri, daha genç olan da atıp tutuyor. Lafların arasında kulağımıza ben Türk’ü hemen tanırım gibi bir şeyler geliyor. Nah tanırsın diyoruz içimizden. İstanbul, Türkiye isimleri sık sık geçiyor. Hallerine bakılırsa kadını etkileme durumlarına girmişler. Turistik işler!

Uzaktaki masada 3 hatun yemek yiyor. Siyah çarşaflar içinde olanın tüm dişleri altın kaplama. Güldüğünde sapsarı parlıyorlar. Acaba takılır sökülür cinsten midir yoksa sabit midir diye anlama gayretindeyiz. Beklentimiz boşuna. İyi yapıştırılmış.

Salon dolup boşalıyor, bir harekettir gidiyor. Duvarda sigara yasağına rağmen eksiksiz tüttürüyorlar. Bununla da kalmayıp nargileler fokur fokur. Türkiye bu yasağa çok çabuk uyum gösterdi, bravo demek lazım. Kapalı mekanda zor içilir bizde. Hani belki taşrada bu uygulama aksıyor olabilir ama büyük kentlerde oturdu.

Artık kalkalım, hesap lütfen. Bunu anlatmak pek zor değil. Elinle şöyle karalar gibi işaret yaptın mı her garson, nereli olursa olsun çakıyor durumu. Bu sefer ölçüyü kaçırdığımızdan hesap 610 suri olarak geliyor. Yani 20 lira. Hiçbir şey değil. Tıka basa doyduk. 60 suri de bahşiş bırakıp ayrılıyoruz lokantamızdan.

Biraz yürümek gerekir, bu mideyle yatılmazdı.

Hava soğumuş. İkimiz de üşüyoruz. Ama ona rağmen bir blok turu atıyoruz gene de. Bulunduğumuz bölge bu iş için müsait. Bakılacak, takılacak çok şey var.


Yollar yıkanıyor, belediye hizmette eksik kalmıyor. İlk defa bir sinema gözümüze ilişiyor. Evet, bir de dikkatimiz çeken, etrafta hiç köpek olmaması. Kedi de öyle pek yok. Tek tük rastladık. Bir de güvercin, hiç görmedik. Ama kumru vardı. İlginç!

Halen şehir hareketli, saatin geç olmasına rağmen. Yollarda dolaşanlar, kahvelerde oturanlar falan, canlılık sürüyor. Düşünün hafta içi durumları. Hayat devam ediyor Halep’te.

Odaya dönüp biraz internet takılalım istedik ama patron gitmiş, kapatmış modemi :(( Arabi durumlar. Bizim de harici bellek su koydu, bilgisayar görmez oldu. Al sana başka bir dert! Halbuki fotoları oraya yüklemek üzere almıştık.

Yazımı yazarken yanımızdaki binada halen gürültülü bir şekilde çalışılıyor. Devamlı yükleme var. Neydi bu saatlere kadar süren? Depomsu bir yer, ama bağırış çağırış adamlar. Anlamadığımızdan ne gereği var bu yükseklikte ses çıkarmak diyor insan. Yarın yolculuk var, yatayım ben de artık. Firuzan çoktan rüya görmeye bile başladı sanırım.

Evet, yolumuz bizi Halep’ten alıp Fırat boyunca götürüp Deir ez Zor’a ulaştırmak isteyecek. Heyecanlıyız, yani canlıyız :)

Gezinin devamı: Halep-Deir ez Zor

Kaynakça: