22 Kasım 2009

GPA3

Bu yıl 25 - 29 Ekim tarihleri arasında Akyaka’dan başlayıp Ören - Bodrum - Datça Aktur – Marmaris ve Akyaka’da son bulan, Gökova Körfezi'ni dolaşan ve 150 bisikletçinin gönül verdiği, büyük özveriyle gerçekleştirilen ve amatör bir ruhla hazırlanmış 250 km uzunluğunda bir organizasyon: Gökova Pedallarımın Altında. Benzeri olmayan ve alanında bir ilk olma özelliğini taşıyan bu keyifli turu hazırlayanları, emeği ve katkısı olanları ve de katılanları ayrı ayrı kutlamak, teşekkür etmek isteriz.

Biz öncesinden hareket etmiş ve Muğla’ya otobüsle gelip oradan Akyaka’ya inmiştik. Gezimizin bu kısmını anlatmıştım (Muğla-Akyaka).

Şimdi 4 gün sürecek GPA turumuz başlıyordu.


24.10.09 Cumartesi / Akyaka

Sabah Hasan ve Emre ile buluşup Çınar Plajı kamp yerinde geçirdiğimiz deniz keyfinden sonra akşam üstüne doğru Yücelen Kamp’a doğru hareket ettik. Büyük bir alandı burası. Başka gruplar da vardı sağda solda kamp kurmuş, toplanmışlar - eğleniyorlardı. Bizimkiler de denize yakın bir bölgeyi seçmişlerdi. Yanlarına varıp tanıştık. Hep internet ortamından tanıdığım kişilerle şimdi yüz yüze tanışmak ayrı bir heyecan veriyordu. Bizi karşılayan Funda Ulutürk oldu, evet Ankara ekibinin başındaydı. Yazışmalardan tanıyordum. Çok samimi ve sıcak bir ifadeyle bize kısaca çadır kurabileceğimiz bölgeyi gösterdi ve akşam toplanma saatini hatırlattı. Çoğu kimse gelmiş çadırlarını kurmuşlardı bile. Biz de çadırımızı boş bulduğumuz bir alana kurarken Emre de az yakınımızı seçti.
Hasan’ın çadırı olmadığından malzeme çadırında kalacağını söylüyordu. İyi bulmuştu orasını, yoksa tulumda açıkta yatmak sivrilerin müsadesine kalıyordu ki pek aman vermiyorlardı. Çadırımızı kurarken fark ettik ki kazıklardan biri eksik. 9 diye saymıştık ama meğersem 10 taneymişler. Vay be dedik demek ki dünkü yerde unuttuk birini diye atladık Firuzan’la bisikletlere ve 3 km ötedeki kamp yerine gittik. Gerçekten az bir arama sonucu toprakta çakılı bulduk. Anladık ki böylecene 10 ad kazığımız var. Bu sayı ileride hep dikkatle sayılacaktı. Çünkü bir tanesi eksik olunca gerilimi tam olamıyordu çadırın. Hemen kampa acele geri döndük ve kurulumu tamamladık. Emre de yeni çadırını kurmuştu. Kolay kuruluyordu onunkisi de, tek katlı bir LaFuma çadır almış gezi için, galiba 180 liraydı veya biraz daha az. Çantaları da içine bıraktıktan sonra bisikletlerle akşam yemeğinin verileceği Akyaka’nın deniz kıyısındaki balık teknesine gittik. Burada bizim sorunumuz başlıyordu. Genelde yemekler etoburlara göre düşünüldüğünden otobur olan bizler aç kalmaya mahkum edilmiştik. Balıktan başka da seçenek yoktu. Bu durumda fişlerimizi Emre ve Hasan’a verip kendimize bir lokanta aramak için gruptan ayrıldık. Firuzan Akyaka’yı az çok biliyordu. Bizi içerideki lokantalara götürdü. Biraz bakındıktan sonra bir tanesinde karar kıldık (Ayşe Ana’nın Yeri) ve mutfağına şöyle bir göz attıktan sonra tek porsiyon kalmış kuru ile pilav ve mercimek çorbası siparişlerini verip masamıza geçtik. Az sonra yemekler de geldi ve afiyetle yemeye koyulduk. Güzel bir yer bulmuşuz. Tok ve mutlu olarak buradan ayrıldık. 9 lira gibi para ödemiştik hepsine (kart olarak Mevsim Konak’ın ki verildi, aynı işletmeymiş).
Tekrar grubun yanına döndüğümüzde bir arı kovanını andırır şekilde sesler yükseliyordu. Önceden birbirini tanıyanlar küçük gruplar oluşturmuş, herkes pür neşe içindeydi. Sıra çaylara gelmişti ve kendimize 2 çay alıp arkadaşların yanına yerleştik. Bakındık tanıdık kimler var diye. Fazla da kimseyle yüz yüze konuşmadığımdan tanımıyordum. Yok, şurada Yeşil Bisiklet’ten tanıdığım Gürsel Akay vardı. Ama çok meşguldu, ağır sohbetteydi beraberinde gelen Belçikalı’larla. Şimdi konuşmasını bölmeyeyim diye yanına gitmedim. Nasılsa daha sonra fırsat çıkacaktır gene. Biraz sonra salondaki toplantının başlayacağı anonsu yapıldı ve hepimiz oraya doğru gittik, 200 m kadar ilerideydi. Bisikletleri diğerlerinin yanına park edip içeriye girdiğimizde herkes sarı formalarını almış, kimileri giymiş ortalıkta hareketli bir durum vardı. Biz de İstanbul köşesine gidip önce Tuğrul Mutlu’yla sonra da Hüseyin Suda’yla tanışıp formalarımızı aldık. Ama ne yazık ki Firuzan’a (belirttiği halde) S beden forma kalmamıştı. M beden verdiler o da üstünde babasının formasını giymiş gibi duruyordu. Belki sonra dedilerse de bu bugüne kadar gerçekleşemedi. Bu sene S beden öngörülenden az yapıldığından erken gelen kapmıştı (denildi). Tabii burada birkaç ünlem işareti koymak lazım !!!!, çok da çözülmesi zor olmayan bir mesele aslında bu. Dikkatli bir takip gerekiyor. Hatta sonrasında bile eksiklikleri yaptırmak mümkün. Neticede bir hatıra değeri var bunun ve insan giymek isteyebilir başka bir zamanda. Haksız mıyım arkadaş? Peki kadıkızında ne bulunurmuş bilen var mı?

Birazdan organizasyon heyeti adına konuşmalar başladı ve gezinin amacından tutun da dikkat edilmesi gerekenlere kadar pek çok önemli mesele detaylı bir şekilde açıklandı. Sorumlu kişiler tanıtıldı ve ilgililere teşekkürler edildi. Kim kimdir’i daha net ayırt edebildim ve Fırat Okutucu ile tanıştım, ardından Mustafa Yeniçeri, daha sonra Dilek Bulut, Can Demirel ve Serkan Taşdelen. Sırayla yazıştığım ve yakın bir bağ kurduğum insanları görmek çok keyifliydi. Sanal ortamdan fiziksele geçmenin heyecanı içinde salondaki konuşmanın da bitmesiyle bisikletlerimizi alıp Emre’nin de Şok’dan birşeyler almak ihtiyacı üzerine merkeze doğru pedalladık. Buradaki işimizi tamamlayıp gene camiiden ilahi suyumuzu doldurup kamp alanına döndük. Çadırlar hazır bizi bekliyordu. Eşyalarımız da. Biraz çekinerek bırakmamıza rağmen, öyle ya bıraktık gittik, kimse de yoktu kollayan. Dişleri fırçaladık çadırın kenarında, mataradaki sularla. Çünkü WC’lerin feci olduğu haberi öncü birliklerin keşfinden gelmişti. Bilirim, böyle umumi yerlerde temizlik kaçtığında feci halde olur. Kokusunu bile duymak istemezsin. İyi geceler diyerek çadırlarımıza girdik.

Saat 10 gibiydi biz uyumak istiyorduk da yakınlardaki bir başka grup, galiba bir üniversitenin tekstil bölümü müydü ne eğlencenin doruğundaydılar. Halaylar, dümbelekler, eller havada falan sanki köy düğünü vardı. Bitmeyen sesler eşliğinde sızmışız. Ertesi gün denildi ki 2’ye kadar sürmüş eğlenceleri. Aman Allah!!!


25.10.09 Pazar / Akyaka - Ören (60 km)

Sabah kahvaltı 8 buçuktaydı ama 8’de eşyalar kamyonete yüklenecekti. Herkes büyük mavi naylon poşete koymalıydı ve üzerine ismini yazmalıydı. Torbalar aynı üzerine isim yazsan okuyana kadar kim uğraşır diye elimizdeki turuncu kemerleri ağzına bağlayıp verdik, böylecene uzaktan hemen bizimkileri ayırt edebiliyorduk :)) – kolaylık oldu. Sabah 7’de kalkıp, önce istemesek de mecburen kokulu WC’de işimizi halledip çadırı ve eşyaları toplayıp Firuzan’ın çantalarını aramızda paylaşıp tamir takımını gene ben, diğer şeylerden bazılarını da Firuzan alarak geri kalan eşyaları da kamyonete vererek kahvaltı mekanına gittik.


Burası çok güzel bir yerdi, akarsu üzerinde kurulu bir lokanta, Marmaris’li Nadir Usta’nın Yeri – Azmakbaşı’nda. Kahvaltı zengindi. Bal, yağ, reçel, peynir, zeytin falan konulmuştu tabaklara. Çaydanlıklar geldi ve güzelce doyurduk karnımızı. Artık üyelerle tanıştığımızdan yanlızlık da çekmiyorduk. Abim üzerinden tanıtımım da yapılınca sırayla diğer arkadaşlarla da yavaş yavaş samimiyeti ilerletiyor çoğunlukla kaynaşıyorduk.
Bir ara turda olduğunu bildiğimiz İstanbul’dan Cenap Duru’nun adını okuyunca hemen Firuzan’ı çağırdım ve kendimizi tanıttık. Çünkü ortak tanıdığımız kişiler vardı ve ayaküstü kısa bir sohbet ettik (sonrasında gezide de sohbetimizi sürdürecektik). Sonra gene yazışarak tanıştığım Coşkun Zaman’a rastladım ve ona da kendimi tanıtıp sohbetimizi gerçek ortama taşıdık. Gezi yazılarını zevkle takip ediyorum. Sağıma soluma şöyle bir baktım. Sarı formalar içinde 150 bisikletçi harıl harıl kahvaltı ediyordu ve bir yandan da sohbet, burası arı kovanı gibi kaynıyordu. Resim çekenler, şakalaşanlar, çay ve ilave kahvaltı peşinde koşanlar, çok renkli ve eğlenceli bir ortamdaydık. Güzel bir gezinin olacağının sinyallerini alıyorduk. Karnımız da iyicene doymuştu. Nihayet kahvaltı bitti ve hareket saati geldi.
Dışarıda herkes ilk gün yolculuğuna hazırdı. Belediye başkanı adına bir yetkilinin konuşması sonrasında kalabalık bir sarı bulut şeklinde Akyaka’dan çıkıldı.

Kıyı boyunca ilerleyen yolda yavaş yavaş gruplar oluşmaya başladı. Yol Çınar Plaj’ın önünden geçip Halil İbrahim Bey’e selam verip evvelki gece kamp kurduğumuz yerin yakınından geçerken Ekrem Bey ve Aysel Hanım bisikletlilere el sallıyorlardı. Bizi de görünce daha coşkulu bir şekilde arkamızdan uğurladılar. Su döktüler mi bilemiyorum!
Çok keyifli bir yoldu, solumuz deniz sağımız yamaçtı. Güneş güleryüzüyle tepemizdeydi. Fazla bunaltıcı sıcak yoktu. Yavaş yavaş tanışmalar oluyordu. Ankara’dan gelen, sonraları da yan yana pedal bastığım Ayşe Yıldız ve İstanbul’dan karı-koca katılan Gözde Sevim ile sohbet ederek sürdüm yolun bir bölümünü.
Arıların bol olduğu bir bölge sayılırdı burası. O nedenle dikkat etmemiz konusunda hep uyarıldık. İlk molamızı (bir bakkal mıydı neydi) verdiğimiz yerde içilen soda yetmemişti. Bakkal sahibinin ben bir yılda bu kadar soda satmadım demesi işin boyutunun bir ölçüsüydü. Zaten bize de sıcak soda kalmıştı. 00 ihtiyaçları falan derken, küçük sohbetler, bilgi alışverişleri içinde geçti molamız. Hasan ve Emre de yeni dostlar tanımanın keyfini yaşıyorlardı. Çok uzun kalınmadı ve hareket edildi.
Artık burayı da geride bırakıp sağdan Ören sapağına sapmayarak sahilden devamla bir yanımız deniz diğeri çam ormanları arasından Akbük’e ulaştık. 24 km yol geride kalmıştı.
Girişte ilk dikkatimi kaz ailesi çekmişti. 10 kaz sahil boyunca bir salınım içinde yürüyüşe çıkmışlardı. Olanları mı merak etmişlerdi acaba? Birden bu kadar bisikletli onların da dikkatini çekmiş olmalıydı - herhalde.

Neyse ben varana kadar neredeyse öndekiler suya girmişlerdi bile. Bisikletler yığın yığın, üst üste, yan yana duruyordu.
Yolda bir şekilde bu organizasyondan haberdar olmuş 3 Kanadalı dilber de bizimkilerle sohbet içindeydiler. Herkes e-posta adresini vermek için çabalıyordu! Firuzan da bu hatunlarla ahbap olmuş fotograf çektiriyordu. Daha doğrusu Kanadalı kız ülkesine hatıralarla dönmek için hababam çekiyordu - çektiriyordu. Nasıl oluyor da aynı pozu tutturabiliyordu? Çünkü peş peşe çekilmiş iki fotoda da gülüşü aynıydı hep.
“Elbiseni beğendim dedi, az rastlanan bir şeyi görmüş olduğunu anladım. Şaşırmıştım. Türkiye’de gördüklerinde yadırgıyordu insanlar, aa kadına bak mini etekle bisiklete biniyor diyenler çoktu. Ancak elbisenin altına genelde bisikletçi şortu giyildiğini çoğu insan bilmiyordu. Bisiklete daha fazla binilen ülkelerde farklı kıyafetler görmeye alışıklardır sanıyordum insanlar. Hoş, kız elbisemi beğenmişti. Niye bununla bisiklete biniyorsun dememişti ki. Neyse, başladık konuşmaya. Akyaka’da ettiğimiz kahvaltıdan henüz ayrılmış, bisikletlere biniyorduk. Teşekkürler, nasıl katıldınız bu tura diye devam ettim. Üç kişi olduklarını kahvaltıda da görmüştüm. Kanada’da bir Türk arkadaşı varmış konuştuğum Christine’in. Ondan aldıkları tavsiyeler ve bilgiler doğrultusunda çıkmışlar Van Couver, Kanada’dan yola. Üç kız. Kendilerini buradan bir kez daha kutluyorum. Bisikletlerini de uçakla beraberlerinde getirmişler. Antalya’dan başlamışlar turlarına. Tesadüfen bizim GPA3’e katılan Belçikalı’lara rastlamışlar. Onların siz de katılsanıza teklifine olur demişler ve turun ilk gününde Akbük’e kadar eşlik etmeye karar vermişler. Christine Türkiye’nin doğasına ve gördüğü dağlara hayranlığını anlatmaktan kendini alamıyordu. Bir dahaki sefere dağ tırmanışı için Türkiye’ye geleceğim diyordu. Bisiklet ve kar kayağının yanı sıra dağcılıkla da ilgileniyormuş. Yaptığımız konuşmaya damgasını vuran şey ise ‘Domatesleriniz öyle lezzetli ki, sadece onlar için Türkiye’de yaşamayı düşünebilirim’ cümlesi oldu. Arkadan bize yetişen ve Christine ile konuşmaya başlayan başka bir bisikletliye yer vererek pedal çevirmeye devam ettim.”

Aile resmi çekilmek için iskelenin üzerine çıktığımızda herhalde dayanamayıp çökecek diye ödüm patladı. 150 kişi hareket ettikçe iskele yay gibi esniyordu. Eller havada hoppa resimleri de çekildi, poz poz. Burası resim çekme yeriydi herhalde. Çünkü herkes gruplar halinde iskelede, suda pozlar vererek bir anısını alma peşindeydi.
Bir fırsat bulup da tuvaletlere girebildim. Ellerimi yüzümü yıkamak istedim. Yıkadıkça ağzıma tuz tadı geliyordu. Amma terlemişim diyordum. Ancak kuyu suyuna deniz suyu karışıyormuş. Ben de bu kadar tuz nasıl birikti üzerimde diye merak ediyordum :).

Suya girenler ve dinlenenler de işlerini tamamladıklarında hareket borusu uzun uzun çaldı. Sarı bulut gene harekete geçti. Önümüzde bir rampa vardı çıkılması gerekli. Sağda solda da arı kovanları ve bal kesen arıcılar. Bu yokuş grubu parçaladı. Önden gidenler ve geride kalanlar, araya sıkışanlar falan derken ah-vah-aman seslerinin geldiğini duydum arkamdan. Evet birisini arı sokmuştu, o bağırıyordu. Sıkı sıkı tembih etmişlerdi, ağzınızı açmayın! Ben de buna uyarak nefessiz çıktım yokuşu :). Neyse sonra öğrendik ki arılar insaflı davranıp fazla mesele çıkarmamışlar. Beni de önceki gün kamp yerinde sokmuştu, fazla birşey yapmadı. Başta biraz acıdıysa da sonrasında geçti.

Bir tepe noktasına gelindiğinde grup toplaşmıştı. Buradan Akbük’e kuş bakışı bir seyir atıp, herkesin gelmesi beklenildi. Su ihtiyacında olanlara sular dağıtıldı, fotolar çekildi, her zamanki gibi gruplar arası sohbetler sürdü ve tekrar devam ettik yolumuza. Bazılarının refakatçı arabaları vardı takip eden. Eşleri veya yakınlarıydı herhalde içindekiler (ne olur ne olmaz durumları). Bunun dışında teknik ekibin otosu her daim yakınımızdaydı, bir ihtiyaç halinde müdahaleye hazırdı.
Yolumuz bizi Kultak’a çıkardı (14:25 / 37.km / 2:50 saat pedal). Burada verilen molada öğle yemeği olarak poğaça ve elma vardı. İştahımızı bunlarla bastıramadık tabii. Bizler de kahveden aldığımız çayla yanımızdaki domatesi ve hıyarı da katarak biraz olsun zenginleşmiş bir öğlen yemeğini caminin duvarına oturarak yedik. Domatesler etraftan epey dikkat çekti ve imrenmelere neden oldu. İyi ki yemeği Akbük’de vermediler yoksa tok karnına bu rampa nasıl çıkılırdı. Zaten geçen yıllarda epey sorun olduğundan bu sene bu şekilde düşünüldü - denildi.
Çayevi 2 taneydi köyde ve herhalde bu tur dışında böyle kalabalık görmemiştir. Heryer bisikletçi kaynıyordu. Fotograf çekenler vardı etrafta. Yaşlı köylüler güzel birer portre malzemesiydiler.

Yemekler yenilmiş çaylar içildikten sonra hareket borusu ile bisikletlerimize tekrar atladık. Bizi kuvvetli bir iniş bekliyordu. Sıkı sıkı anonslar yapıldı ve yolun bozukluğu konusunda uyarıldık. Süratimizi yavaşlatmamız tembih edildi. Tabii kimi uydu kimi uymadı bu uyarıya. Bazıları zıpkın gibi kendilerini öne attılar, bazıları ise ağır ağır inmeyi tercih etti. Ben de aralarda bir yerdeydim. Aslında canım kendimi yer çekimine bırakmak istiyordu ama yoldaki delikler de insanı ürpertiyordu. Düştün mü birine kurtaramazsın kendini.
Nitekim dikkatlice inerken ileride durmuş bir kalabalık gördüm, yavaşlamamız için işaret veriliyordu. Yanlarına vardığımda bir arkadaşımızın yerde yattığını, başında bekleşenleri görünce aman dedim, umarım kötü değildir. Evet arkadaş bu deliklerden nasibini almıştı. Ön tekeri çukura girince lastiği patlamış ve bisikletin üzerinden uçmuş. Fakat buna rağmen ucuz atlatmış. Bu durum karşısında durdum. Ambülans beklendi, sağlık görevlileri durumunu kontrol ettiler. Kırık çıkık yoktu, yürüyebileceğine karar verdiler. Ayağa kalktı ve ambülansa bindirildi ve bu şekilde nakledildi. Serdar Şişman arkadaşımıza tekrar geçmiş olsun demek isterim. Umarım bir şeyi kalmamıştır bunca zamanda.
Bu olay üzerine tabii daha dikkatli inmek istedim. Olacak en kötü şey bir kaza olurdu. Bu kadar hazırlanıp katıldığım bu geziyi bir kazayla tamamlamak istemiyordum. Bu düşüncelerle inerken yol da düzeldi ve çok rahat bir şekilde tek başıma, sadece 1 - 2 kişi vardı görüş alanımda, Ören girişinde toplanmış gruba yetiştim.
Burada buluşulup Ören’e birlikte girecektik. Herkesin geldiğine emin olunduktan sonra 2’li 3’lü sıralar halinde toplu olarak Ören’e giriş yaptık (16:10 / 52.km, 14.2 km ortalama hızımız, 1115 kalori ve 88 gr yağ yakmıştım, 3 saat 40 dakikası bisiklet üzerinde geçmişti).

Antik çağlarda Keramos olan Ören’in adı nereden geliyordu acaba?

Kayra dönemindeki ismi olan "Keramos" Yunancada çömlekçilik anlamına gelmektedir. Bu isim zamanla değişerek Gereme ismini almıştır. (Evliya Çelebi 17. yy'daki ziyaretinde Gereme’yi “Mamur, Abadan, Safir Bağlık Bahçelik” bir köy olarak tanımlar). Bir dönemde Kemerdere olarak anılması Kocaçay Vadisi'nde bulunan antik su kemerlerinden ileri gelmektedir. Belde bugün harabe anlamına gelen Ören ismini almıştır.

Belediyenin bize gösterdiği parka yayıldık. Çadırlar kuruldu, duşlar alındı falan. “Duş deyince şaşırmadınız mı? Hem belediye parkında kalıyoruz, hem de sıcak duş alıyoruz. Ama nerede diye sorduysanız kendinize: Sevgili Ören Belediye Başkanı’nın özel organizasyonuyla çevredeki bir otelin bir kaç odasının duşları bizlere tahsis edilmişti. Sadece duş alabilelim diye. Çok ince bir davranış. Tüm günün yorgunluğunu atmıştık üzerimizden.”

Biz çadırımızı Emre’yle beraber Atatürk heykelinin arkasına kurduk. Orada çalılar vardı ve denizden esen rüzgarı kesiyordu. Akşam yemeği için hazırlık yapılıyordu bir yandan. Belediye başkanı da bizimle sofradaydı. Kendisine verilen formayı giydi ve konuşmasında bu olayın önemine değindi, Ören’in tarihi ve turistik özelliklerinden de söz ederek konuşmasını tamamladı. Özellilkle yamaç paraşütü hakkında anlattıkları ilginçti:

Sıcak hava türbülansının tek taraflı ve güçlü olması kaza riskini en aza indirmekte ve paraşütçünün atlama pistinden yaklaşık 1000 m daha yükselmesini sağlamaktadır. Ayrıca bu özellik paraşütçünün (diğer yamaç paraşütü yapılan dağlarda olmayan) atladığı piste tekrar inebilmesini sağlamaktadır. Dünyadaki diğer dağlarda bulunan yamaç paraşütü pistinden atlama yapan profesyonel paraşütçüler havada en fazla 2 ile 2,5 saat kalabilmekteyken, Ören’in Kocadağ’da bulunan yamaçlardaki sıcak hava türbülansının düzenli olması nedeniyle 7 ile 8 saat kalabilmektedir.

Firuzan ve Hasan’la kıyıda biraz yürüyüşe çıktık. Etrafta lokantalarda bisikletçiler demleniyordu. Kimi FB-GS maçını izliyordu, üstlerinde taraftar formaları bile vardı. Yanlarından geçtiğimiz yaşlı bir çift bizlere yedikleri kabuklu yerfıstıklarından ikram etti. Öylesine, birden bire. Hoşumuza gitti bu yakınlık. Teşekkürler ederek devam ettik. Küçük bir Ören turu attıktan sonra kamp alanına geri döndük. Teknik ekip işbaşındaydı. Bisikleti arızalanan bir arkadaşın arka kasetini değiştirirken bulduk Ali Kırbaş’ı.
Biz de biraz bilgi almak için yanlarına vardık. Burada “Baymekanik” Mehmet Özbay’la tanıştım. Aslen Antepli’ydi ama Mersin’den katılmıştı. Teknik bilgisi çok iyiydi, aynı zamanda da bisiklet antrenörüymüş. Kendisiyle de sohbet ederek güzel bir dostluk kurduk. Yolumuz Mersin’e düştüğünde mutlaka arayacağız.
Daha sonra parktaki heykelin arkasına kurduğumuz çadırımıza geçerek yorgunluğun verdiği ağırlıkla uykuya dalmışız. 60 km’lik ilk gün etabı tamamlanmıştı.
Yol: Akyaka > Akbük > Kultak > Ören (60 km)


26.10.09 Pazartesi / Ören - Bodrum (60 km)

Sabah eşyaların teslim saatini 8 olarak duyurmuşlardı. Biz de bunun üzerine 7’ye doğru kalktık. Gün yeni ağırıyordu. Önce WC’ler dolmadan işimizi halletmeye çalıştık. Sonra giyinip çadır vs’leri topladık. Artık acemiliğimiz biraz azalmıştı. Ne de olsa 3. defa yapıyorduk bu işi.
Emre de hızlı bir şekilde eşyalarını topluyordu. Hasan’dan eser yoktu. Ne yapmıştı acaba gece? Malumunuz o malzeme çadırında kalıyordu. Bobilerden biri Firuzan’la dostluk kurmuştu, baktım bayağı anlaşıyorlardı. Geceleyin de yanımızdaydı, herhalde bekçiliğimizi yapmıştı. Köpekler ne ilginç, sahipleniyorlar hemen - biraz sevdin mi.

Şöyle bir etrafıma baktım ve yeşil çimenlerin üzerinde bir yığın bisikletçi harıl harıl eşyalarını topluyordu. Kimileri kocaman bir naylonu katlamaya çalışıyordu. Anlaşılan yağmur tedbirini elden bırakmamışlardı. Sonunda kamyonet geldi ve eşyalar yüklendi. Tepeleme doluyordu kamyonetin kasası. Sonra üzerine branda gerilip sıkıcana bağlanıyordu. Yağmura karşı tedbir olarak. Gerekliliğini de ileride gördük zaten.
Diğer yandan kahvaltı kuyruğu oluşmuştu bile. Bugün kahvaltı olarak sandviç ekmeği, zeytin, reçel ve yağ gibi şeyler vardı. Çayımızı da alarak, yanımızdaki domatesleri de ekleyerek sabah enerjimizi tamamlamaya çalıştık.

Duvarın üzerine soframızı kurmuştuk bile. Burada Muğla’lı Ceyhun Özçelik ile tanıştım. Eşyalarını kamyonete vermiyor kendi taşıyordu. Dikkatimi çekmişti, neden diye sorduğumda “Hep bu şekilde gidiyorum, değiştirmek istemiyorum ağırlığımı” demişti. Evet bana da mantıklı geldi bu yaklaşımı. Hafife alışıp sonradan ağırlığı almak iyi gelmeyebilirdi. Arkadaşımızla sonradan acı biber konusunda çok sohbetler yapacaktık. Bu şekilde oyalanarak ve de jandarmanın gelmesini beklemekle geçirdik zamanı.
Herkesin doyduğu görülünce ve jandarmanın gelmesi de gecikince artık onlarsız yola çıkalım, nasıl olsa yolda bize yetişirler diyerek hareket edildi. Bu arada teknik ekipse hizmetini tamamlamaya çalışıyordu. Ali Bey can-ı gönülden bu işi yapıyordu.

Önümüzde 60 km’lik Bodrum etabı bulunuyordu. Ören’den çıkarken pek bozuk olmayan hava ufukta yağmur izleri taşıyordu. Grup büyük bir tempoyla yola koyuldu. Yol aldıkça hava da kapanmayı sürdürüyordu. Sağımda bir demiryolu belirdi. Neydi bu diye merak ettim (sonradan ne olduğunu öğrenecektim).
Ne olacak acaba bu hava diye ilerlerken önümüze dev termik santral çıktı. Upuzun bacası (300 m ile Türkiye’nin en yükseği) ve önündeki üniteler ve onu besleyen kömür vagonlarının aktığı demir yoluyla (4,5 km uzunluğunda kömür nakil bantları) bir canavar gibi bizi karşıladı, Kemerköy Termik Santralı.

Bu santralın küllerinin ve baca gazlarının çevreye verdiği zarar, denize akıtılan klorlu su ve sebep olduğu balık ölümlerinden söz edeyim mi yoksa hepimiz zaten bunun bilincindeyiz diyerek devam mı edeyim? Bizim bilincinde olmamız ne yazık ki yetmiyor, bizi idare edenlerin bu bilince gelmesi gerekli ama anlaşılan ve görülen o ki bunu daha çok bekleyeceğiz!

Sırayla Kemerköy Termik Santralı, Türkevleri gibi yerler geçildi. Hava sertleşmeye başlamıştı. Tek tük damlalar iniyordu. Nedense pek ciddiye almadığımız bu durum sonrasında bizi sırılsıklam edecekti.
Çökertme’den çıktım yola… ve Çökertme’yi geçince artık üzerimize sağnak yağmur sert biçimde inmeye başladı. Ben gene de yağmurluğumu giymemekte ısrarcıydım. Hani geçer, (ne geçmesi, daha beter oldu) şimdi terlemeyeyim diyordum. Ama artık üzerimdekiler tamamen ıslanmıştı. Çorap morap sırılsıklam vaziyette. Yolumuz Gökbel, Yukarı Mazı’ya doğru tırmanıyordu. Herkes kendi başının çaresine bakmalıydı. Firuzan önden uçmuş acaba ne yapıyordu bu havada diye merak etmeye başladım. Yanına ne almıştı acaba?
Mazı’ya vardığımda herkesin sığınacak bir yer aradığını gördüm. Kahve dolmuştu, oraya girmem mümkün değildi. Ben de boş olan bitmemiş bir inşaat içinde kendime yer buldum. Benim arkamdan Emre ve Hasan da buraya sığındılar. Başka arkadaşlar da. Eşyaları üzerimizden çıkartıp şöyle güzelce bir sıktık. Pek kuruyacak gibi değildi ama gene de birşeydi. Yanımda kuru eşya yoktu değiştirebileceğim, aynı şeyleri tekrar giydim - mecburen. Firuzan’a bakınıyordum ama görünürde yoktu. Ne yapmıştı bu durumda, merak da ediyordum. Şimdi onun gözünden bir izleyelim durumları:

“Baktım yağmurdan sırılsıklam olmuş herşeyim, kat kat ıslak şeyi giymenin alemi yok. Daha da çok üşüyeceğim. Çıkarttım yağmurluğumu, kaldım mı koşarken giydiğim yazlık bir üstle. Eldivenler de olmuş sucuk. Onlar da fora. Kahveden içeri giriyorum. Mustafa yok, Hasan yok, Emre yok. Birazdan gelirler düşüncesiyle tekrar dışarı çıkıyorum. Bakıyorum. Yoklar. Şaşırılacak şey, dışarıda sayıları hiç de azımsanmayacak bisikletli oksijenle henüz dolmuş ciğerlerini sigara dumanı ile dolduruyor. Hatta biri tir tir titriyor soğuktan. Ama yine de dışarıda sigarasını içmekten vazgeçmiyor. Dumandan rahatsız oluyor, içeri giriyorum. Bisikletçilerden biri halime mi acıdı ne? Bana bir çay getiriyor. Başlıyorum yudumlamaya. Arada sırada, üzerinize bir şeyler giyseniz, üşüteceksiniz diyenler. Bilmiyorlar ki kuru bir şeyim kalmamış yanımda. Merak etmeye başlıyorum, nerede kaldı Mustafa. Telefonla arıyorum. Ulaşamıyorum. Üşümeye başlıyorum. Kaslar soğumaya yüz tutuyor. Diyorum, molalar bu kadar uzun olmamalı. Pedal basmaya devam etsem, biliyorum, hiç üşümeyeceğim.”

Biraz kendimize geldikten sonra haydi Ankaragücü bastır diyerek tekrar yola koyulduk. Hasan kendine bir naylon torba arıyordu. Hani onlar bile tüketilmişti. Karaborsaya düşmüş. Yani neredeyse diyecem.
Artık üzerime yağmurluğumu geçirmiş olduğumdan bana mısın demiyordum. Ama kader bu ya, az sonra şiddeti azalan yağmur yerini güneşe bıraktı. Off ilaç gibi geldi bu ışınlar. Yavaş yavaş çıtçıtları açıyordum. Güneş içimi ısıtıyordu. Bir kere daha kaybetmek ve bulmanın keyfini çıkardım. İnsan nedense birşeyi yitirmedikçe değerini anlamıyor. Veya ben öyleyim.

Bu şekilde düşünerek pedallarken soldan gelen yoldan bir bisikletçi grubunun tek tek geldiğini görünce, hoppala bunlar da nereden çıktı, kestirme bir yol mu vardı diye düşünürken kavşakta bizi içeriye yönlendiren arkadaşın açıklamasıyla ağaç dikim yerine gidildiğini öğrendim ve ben de ağacımı dikmek için saptım. Vardığımda ormancılar herşeyi hazır etmiş bizleri bekliyorlardı. Çukurlar açılmış, fidanlar yanlarına bırakılmış bize bir tek toprağı örtmek kalmıştı. Vazifemizi yerine getirip çamura batmış ayakkabılarımın tabanlarını yerde bulduğum bir dalla temizledikten sonra grubu yakalamak için peşlerine takıldım.
Önüme-arkama-sağıma-soluma da bakıyorum (sobe!), gözüm Firuzan’ı arıyor ama nafile. Kimbilir neredeydi?! Mutlaka önlerde yarışıyordur, dedim sessizce içimden. Yeniköy’ü geçtikten sonra Mumcular’a vardım – sonunda! Burada öğlen yemeği verilecekti ve mola olacaktı. Bunu biliyordum. Bisikletçiler nerede diye sordum köyde önüme ilk çıkana, “İleriden, lisenin yanından sola sapın” yönlendirmesiyle devam ettim. Evet sonunda onları toplu halde buldum. Firuzan çoktan varmış, hatta eşyalarını kurutma işlemine bile başlamış.
Benim de gelmemle birlikte bir köşede yavaş yavaş soyunmaya başladık. Çoraplar üstler çıkarılıp, çantalar boşaltılıp içlerine kadar giren sular kurulanıp güneşe serilerek tazelenmeye çalışırken (burada fotomakinesinin işinin bittiğini üzülerek tespit ettim - rutubet iyi gelmemiş) bir yandan da dağıtılan öğlen yemeğinin ekmek içi kavurma olduğunun moral bozukluğunu nasıl atlatırızın düşüncesindeydik. Firuzan gidip kavurmasız yanından bir ekmek ve içindeki yeşilliklerden alarak geldi. Şimdi içinin doldurulması gerekiyordu. Sonra nasıl olduysa, karşıdaki evlerin birinden tanıştığı hanımın ikramlarıyla, bir elinde zeytinyağlı soslu patlıcan biber kızartma diğerinde bir tabak dolusu zeytin ve roka yaprağıyla ortaya çıkması çölde su bulmuş gibi etti beni. Olacak iş değildi, daha başka ne isteyebilirdik ki? Ekmeğimiz de vardı. Bunları güzelce mideye indirdik. Hatta sağa sola ikram bile ettik. Çok da Makbule Hanım geçti. Biraz da üzerine peynir aldık ama ona sıra bile gelmedi. Sonraki günlerde bir yerde bu peynir iki aç mide kurtaracaktı. Hanım hatta bileydim geleceğinizi daha çok yapardım demez mi? Ne insanlar kalmış halen. Ellerinize sağlık, çok lezzetliydi.
Nereden çıktı kim getirmişti ama narlar çıkıverdi ortaya birden. Sanırım Hasan’ın işiydi. Hepimiz yumulduk içine. Oturduk kaldırım taşının üstüne ve başladık narları emmeye. Yani tadı da bir güzeldi ki – sormayın. Helal sana Hasan Abi.
Ortalık bir can pazarı gibiydi. Soyunmuştu herkes, yalın ayak dolaşıyorlardı, eşyalar bir tarafta kurutuluyordu, diğer yandan yemek yeniliyordu. Her tarafta bisikletçiler dolanıyordu. Güzel bir vakit geçiriyorduk. Toplu pedallamak farklı birşeydi. Sinerji çok yüksekti. Bunun keyfini çıkartıyordum, hepimiz çıkartıyorduk.
Bu şekilde ne kadar zaman geçirdik Mumcular’da bilemiyorum ama 2 saati rahat bulmuşuzdur, belki de daha fazla. Tabii artık yola çıkmak gerekiyordu ve eşyalar sürratle çantalara yerleştirilip sıradaki yerimizi aldık. Grup harekete hazırdı. Yürü borusuyla pedallar yavaş yavaş dönmeye başladı gene. Pınarlıbelen, Çamlık derken hafif hafif başlayan yağmur gene ortamın hakimi olmak için çalışıyordu. Neyse ki artık yağmurluğu kullandığımdan fazla telaşlanmıyorum. Ama şiddetlenen yağmur üzerimden iniyordu. Ancak Çamlık’ta ZıpZıp Cafe’de verilen molada biraz olsun kendime gelebildim.
İçeriye girdiğimde sıcak bir ortam bulmak, haliyle bir mutluluk başlattı. Ardından Firuzan’ın erken gelerek sıraya girip aldığı adaçayı da ilaç gibi geldi. Önce bir içim ısındı, ardından moralım düzeldi. Tamam dedim - devam dedim. Sağıma soluma baktım herkes sıcak birşeyler bulmanın sevincini yaşıyordu.
Emre de kendini güvene almış üzerine yağmurluğunu geçirmişti. Kıpkırmızı rengiyle hemen fark ediliyordu. Hasan neredeydi acaba? Gözüm onu arıyordu. Şöyle biraz dikkatlice etrafı kestikten sonra onu açık mavi çöp torbasının içinde görüverdim. Demek ki Mazı’da bulmuştu aradığını. Hani dedim ya çöp torbası neredeyse karaborsaydı. Korozo için çok iyi bir reklam fırsatı burası. Belki de sponsor olarak kapısını çalmak lazım gelecek sefer. Bak arkadaşım en çok senin ürünün kullanılıyor bu işlerde. Neden olmasın?!! “Bisikletçinin olmazsa olmazı, Korozo Çöp Torbası”. Alın size bir reklam spotu.

Bu kullandığımız yolun geçen yıllara göre farklı olduğu söylenmişti. Yolumuz bizi güzel yerlerden geçiriyor. Çam ve toprak kokusu içinde sürmeye devam ediyoruz. Birazdan yolumuz çamur deryasına dönüşüyor. Kenardan falan kaçmaya imkan yok, battı balık yan gider artık yapacak birşey yoktu. Nasılsa bir yerde temizleniriz diye çekinmeden – cesaretle çamurların içinden sanki dağ bisikleti kullanırcasına gidiyorum.
Bir yerde bir benzincide yıkanan bisikletleri görünce ben de sıraya girip tazyikli suyla bir temizletiyorum velespiti. Tabii sonra fren tellerine giren sular işleyişini epey aksatacaktı. Zaten viteslerin ayarı kaçmıştı. Düzgün geçmiyordu. 2 kere tıklamam lazımdı. O da bazen çift atlıyor, tek atlıyor kafasına göre değişiyordu. Bundan sonrası farklı bir pedallama oldu benim için.
Bu şekilde Bodrum’a yaklaşıyoruz. Toplu giriş yapmak için grup toparlanmayı bekliyordu. Bu, bu işin raconu. Herkesin geldiğine karar verildiğinde 3’lü sıralar halinde kalabalık bir topluluk olarak gövde gösterimizi de yaparak Bodrum’a giriyoruz. Yolda alkışlayanlar gururumuzu okşuyor. Benimkisi okşandı, en azından.
Gümbet’e kadar Bodrum içinden 150 bisikletçinin muhtesem akışına tüm Bodrum tanık oluyor. Kavşakları polisler kapatmış önümüzde de eskort gidiyordu. Biz de bir havalar içinde pedallıyoruz. Gün de artık sona ermek üzere. Işık azalmış fotograflar flaşla çekiliyordu. Emre de iyi çalışmış buralarda. Bazılarını ondan kullanıyorum.
Bodrum’daki konaklama yerimiz olan Zetaş kamp alanında kendimize korunaklı bir yer bularak çadırımızı açıyoruz. Kimileri otel tercih ediyor. Banyo falan durumları herhalde. Biz direniyoruz Firuzan’la. Emre de bize uyuyor. Çadır da çadır diyoruz. Duş almamız lazım ama sular soğuk. Ne yapalım bu şekilde yatamayız diyerek kendimizi Zetaş kampingin soğuk sularına teslim ediyoruz, titreyerek, çığlık atarak çelik gibi olup kendimize geliyoruz. Eskiden bir laf vardı, titre titre kendine gel, aynen öyle oluyoruz! Yorgunluktan eser kalmıyor, yerini büyük bir iştaha bırakıyor. Tesadüf bu ya arkadaşların birinden çıkan saç kurutucusu Firuzan’ın yerden 1,5 m yükselmesine neden oluyor. Birden bana tepeden baktığını görüyorum. “Teşekkürler, Denizli’den Mehmet’e”. Saçlar özenle kurutulup şekil veriliyor. Gerçekten bu yoklukta bulunmaz Hint kumaşı gibiydi. Çamaşır ipimize eşyalarımızı korunaklı bir yerde kurusun diye asıyoruz. Gerçi sabaha kadar çoğu ıslak kalacaktı ama olsun, yıkamıştık ya! Temizlik günü gibi oldu.

Temizlenip süslendikten sonra, bu gece uzun paçaları giydim, hava serin geldi – nedense, yemekhaneye teşrif buyuruyoruz. Kimileri önceden geldiğinden başlamışlardı bile, kimileri başka yerdeydi. Biz hakkımız olan tepsiyi alıp alüminyum folyoyu kaldırıp tavuk yemeği karşısında burkularak payımızı Emre’ye devredip ondan pilavını alıp tatlıyı da yanına katarak karnımızı doyuruyoruz. Sonrasında küçük bir tur atıp bir lokantada çay içiyoruz. Eksik olmasın müessese sahibi bizden para almıyor ve teşekkür ederek çadırımıza dönüyoruz. Uykuya düşmemiz zor olmuyor. Sabah gene 8’de kamyonete yüklemek gerektiğinden biz 7’de kalkmak üzere saatimizin ayarını değiştirmiyoruz. Artık kış saati uygulamasına geçildiğinden sabahları daha sıcak bir günle buna karşılık daha erken bir kararma saatiyle muhatabız.
Yol: Ören > Çökertme > Mazı > Mumcular > Çamlık > Bodrum (60 km)


27.10.09 Salı / Bodrum - Aktur (45 km)

Sabah uyandığımızda hareket başlamıştı bile. Herkes toparlanmaya başlamış. Hemen WC ihtiyacını giderip biz de eşyalarımızı, daha kurumamış çamaşırlarımızı ayrı bir torbaya koyarak, bunları gemide kuruturuz düşüncesiyle alel acele toparlanıyoruz.
Yeniden yerleşir gibi eşyalar daha dikkatli yerleştiriliyor. Artık yanımıza 1 - 2 kuru şey de almayı ihmal etmiyoruz. Neme lazım gene yağarsa hiç olmazsa kuru şeylerimiz olsun. Zaten buraya kadar şu öğrenildi ki biraz hafif çıkmışız yola. Şöyle yanına soğuk karşısında insanın içini ısıtacak, belki hafif bir polar içlik gibi sımsıcak yapacak bir şey lazımmış.
Çadırımızın üstüne konuk gelmiş bir minik sümüklüböceği toprağına bırakıp harekete hazır haldeyiz. Kahvaltının gemide olacağı söylendiğinden grubun toparlanması çabuk oldu. 8 buçukta hareket edilip sokak içlerinden geçerek Datça feribot iskelesine varıldı.
Binmeden önce simit poğaça takviyesi yapanların olduğunu görmek bizim de biraz ekstra şeyler almamız gerektiğini düşündürdü. Hani çok fazla kahvaltılık olmayacaktı. 2 poğaça, 1 ayran (yanılmıyorsam) falan denildi. Biz de peynir aldık yanına. Kahvaltının feribotta dağıtılacağı söylenmişti.
Bisikletlerin yerleştirilmesinden sonra (özenle herkes kenarda gösterilen yerlere koydu) araçlar da alındı ve 9 buçuk gibi Datça’ya doğru yol verildi. Ağır ağır Bodrum Limanı'ndan çıktık. Solumuzda Bodrum Kalesi müthiş ihtişamıyla bizi gözlüyordu. Marinada bir yığın demirlemiş tekne.
Hava güneşliydi ama rüzgar üşütüyordu, üzerimize yeleklerimizi giydik. Ama iplere astığımız çamaşırlar güzelce kurudu. Sadece bizim değil çoğunun eşyaları kurumak üzere asılmıştı. Herkes için iyi bir fırsattı. Deniz yolculuğu bu turun ayrı bir rengiydi. Farklı bir tat katıyordu.
Burası tam bir keyif ve fırsatlar yeriydi. İster dinlen, ister güneş banyosu yap, ister fotograf çek veya çektir, ne istersen yapabilirdin. Biz de Firuzan’la bunu fırsat bilip bir kenara çekilip hem güneşin hem birbirimizin tadına varıp Datça yolunu tutturduk. Hasan ve Emre’nin de katılmasıyla güzel bir anımızı – hani AltınPedallar olarak saptamış olduk.
2 saat süren deniz yolculuğumuz sonrasında Datça’nın Körmen Limanı'na varmıştık. İskelede bekleşenler vardı. Bizler de bisikletlerimizin başına gidip hazırlığımıza başladık. 150 bisikleti birbirinden ayırmak zaman istiyordu. Bir de araçlar vardı.

Herkesin indiğine karar verilip yola çıkıldı. Toplu halde Eski Datça’ya girip bir mola verdik (12:20 / 13.km). Burada grup sağa sola dağıldı. Kimisi badem alıyordu kimisi nar suyu içiyordu (bardağına 8 lira verince Emre’nin gözleri yuvasından çıkmıştı - az kalsın düşecekti) kimi Can Yücel’ın evini ziyaret etmiş foto çekiyordu. Çok güzeldi burası, ilk defa geliyordum. Yolları, evleri güzel muhafaza edilmişti. Eskilik bayağı korunmuştu. Başka yerde göremediğim kadar! Belediye işin bilincinde anlaşılan.
Eski Datça Mahallesi: İskele Mahallesi'nden 2,5 km uzaklıktaki sarı tabelalar takip edildiğinde Eski Datça'ya ulaşılır. Taş evleri ve taş kaplamalı sokaklarıyla ilginç bir dokuya sahiptir Eski Datça Mahallesi. Datça aşığı şair Can Yücel'in evi ve anısına yapılan Can Evi de adıyla anılan sokakta yer almaktadır. İlk zamanlar Datça ilçe merkezi olan Eski Datça, şimdilerde Datça’nın üst mahallelerinden biridir. Korunabilmiş mimarisi ile yöreye uygun taş örgü binaları korunmuş, restore edilmiş. Taş ve dar yolları ile bir tiyatro dekorunu anımsatan tipik bir köy.
Kendimize mandalina aldık. Mandalina daha yeni çıktığından küçüktüler ama lezzetleri yerindeydi. Bakıyorum etrafıma herkes bir mutluluk içinde. Ancak bu hoş durum gökyüzünün kararmasıyla son bulacaktı. Yağmur bastırmıştı gene. Apar topar öğretmen evine doğru pedalladı grup. Şansımıza orada sağnak kesildi. Bisikletleri park ettikten sonra alt salondaki kurulu büyük masalarda yerlerimizi aldık. Birazdan servis açıldı ve önden çorba (kaç kere aldık hatırlamıyorum bile), arkasından etli kuru (gene devrettik) salata (2 kere aldık) ve tatlı vardı. Bugün yemekler bol kepçeydi. Sonrasını da üst salonda kahvemizi içip 2 üniversite öğretim üyesi, Muğla’lı Ali Kaya ve İstanbul’lu Şafak Ural’la sohbet ederek geçirdik. Geziye katılacağını bildiğim ama nerede olduğunu bilemediğim ve çok tanışmak istediğim Hakan Koç’un dışarda olduğunu öğrenince çok sevindim ve yanına gidip kendimi tanıttım. İnternet ortamında tanıştığım bir başka değerli arkadaştı. İnsanın kafasında bir resim oluşur ya hep, tanımadan önce. Hakan da tam düşündüğüm gibiydi. Sakin ve rahat bir insan.
Birazdan 30 km uzağımızdaki Aktur’a doğru yola çıkıldı. Kısa bir Datça turu atılırken birden ceketimin olmadığı hissine kapıldım. Çantalara bakıp da göremeyince alel acele öğretmenevine döndüm ama orada da yoktu, kimse de birşey teslim etmemişti. İçimi bir kızgınlık sardı. Kaybolduysa çok üzülürdüm, çok işime yarayan birşeydi. Kolları çıkabilen falan durumları. Ama az sonra çantaya daha dikkatli bakınca altlarda biryerde olduğunu görünce hem sevindim hem de kızdım kendime. Niye daha dikkatli aramamıştım ve Firuzan’ı da Hasan’ı da telaşa vermiştim. Şimdi kaçan grubu yakalamak gerekiyordu. Az sonra bir arkadaşın da katılmasıyla (Ankaralı İsmail Odabaşıoğlu) ve makara çekerek 30+ km’lik bir hızla grubu yakalamayı becerdik. Bu şekilde Aktur’a girdik (16:50 / 42.km, 2 saat 32 dakika bisiklet üzerinde, 897 kalori ve 80 gr yağ, ortalama hiz ise 16,6 km).

Çok güzel çamlar altında evlerin, karavanların olduğu bu mekanda bize ayrılmış bölümde yerlerimizi aldık. Burası 50 çadır ve 100 karavanlık bir kapasiteye sahipmiş. Çok büyük olduğundan herkes rahat rahat yer seçti. Biz de Emre’yle büyük bir çam ağacının altında karar kıldık. Çadırlarımızı kurduk, eksik olmasın Hüseyin Suda’nın da jestiyle sıcak banyo yapma imkanını da elde etmiştik. Hemen denize koştuk Hasan’la. Öyle denize girme meraklısı olmasam da nedense burada denizin çok güzel olduğunun Datça’lı Mehmet Mutluoğlu tarafından belirtilemesiyle ben de gaza geldim ama yanıma havlu da almadığımdan biraz kakırdıyarak döndüm çadıra. Hasan da zaten girmedi. Emre de başka koya gitmişti yanlışlıkla. Biraz ocakbaşı ateşinde ısınmaya çalıştım ama fazla fayda etmedi. Ancak sıcak duş herşeyi değiştirdi. Güzelce yıkanıp paklanıp akşam yemeğine gittik. Aktur'un bir başka köşesindeki lokantada verilen yemeklerin içinde “schnitzel”, makarna, salata, ayran ve tatlı vardı. Şnitzel arkadaşlara, makarnalar bize. Ama bir aksilik sonucu küçücük bar masalarında tepsinin devrilmesiyle herşeyi yerlere saçtım. Sinirden hemen temizlemeye giriştim. Daha sonra gezi boyunca çekilmiş fotolar büyük ekranda gösterilirken İzmir’den gelen müzisyen arkadaşımız Murat Gülersoy çok güzel nameler seslendirdi. Grup artık iyicene kaynaşmıştı. 150 kişilik büyük bir organizma gibi hareket ediyorduk. Yorgunduk ve gecenin tamamlanmasını beklemeden çadırımıza çekildik. Uykuya dalmamız da zor olmadı. Ancak saat 3 buçuk gibi başlayan yağmur bizi uyandırdı ve şiddetini 1,5 saat sürdürdü. İlk defa çadırı yağmurda test ediyorduk ve kaygılıydık. Ne olacaktı halimiz? Merak ve endişe durumları!

Akan sular çadırın altında neredeyse bir su yatağı gibi birikmişti. Elimle dokunduğumda plop plop oluyordu. Ama içeriye tek damla girmedi. Çadıra ödediğimiz parayı çıkartıyorduk şimdi. Dışardan koşuşturma sesleri geliyordu. Emre’nin fermuar sesi kesilmiyordu. Zart zurt çekiliyordu (sonradan anlattığına göre, çıkıp naylon koymuştu çadıra, çünkü tek kat çadır dayanmamıştı şiddetli yağmura). Bu şekilde sabahı bulduk. Yağmur kesilince içimiz biraz rahatlayarak uykumuza geri döndük. Ali Kaya da misafirleriyle çadırdaydı ama bu durum karşısında arabaya sığınmak zorunda kalmıştı. Yani bu gece yağmur ortalığı ayağa kaldırmıştı.

“Yağmurun sesi bir türlü kesilmiyordu. Hafif uyku sersemliği ve el yordamıyla çadırın alt kısımlarını elliyorum. Su nereye kadar gelmiş, merak içerisindeyim. Araba kapıları açılıp kapanmaya başlıyor. Biz acaba ne zaman çadırımızı terk etmek zorunda kalacağız? Sabah oldu. Yağmur diniyor gibi. Çadırın fermuarılarını açıp kafaları uzatıyoruz dışarıya. Verdiğimiz paranın karşılığını almıştık: Çadırımıza bir damla bile su girmemişti. Ya-şa-sın..”
Yol: Bodrum > Körmen (feribot) > Datça > Aktur (45 km)


28.10.09 Çarşamba / Aktur - Marmaris (50 km)

Sabah kalktığımızda merakla dışarının durumuna baktım. Yağmurun izleri toprakta kendini gösteriyordu. Su kanalları çadırın etrafını dolaşıyordu. Yaprakları, dalları, taşları önüne katmış getirmişti. Etrafta toparlanmaya çalışanlar vardı. Biz de vakit geçirmeden ıslak çadırımızı silkeleyerek katlayıp torbasına yerleştirdik (gecenin gerginliği halen üzerimizdeydi). Bunu da yaşamış olmanın ve zararsız atlatmanın sevinciyle diyeceğim ama tecrübesiyle demek daha doğru olurdu. Kamyonet gene 8’de eşyaları toplayacaktı. Gecikmeden ulaştırdık ve kahvaltıya gittik.
Gittiğimiz yerde deniz adeta bir göl gibiydi. Sakin ve sesiz. Şezlonglar ve şemsiyeler geceden kalmış bir hüzün içinde duruyorlardı. Sanki müşterilerini bekliyorlardı. Firuzan birkaç foto aldıktan sonra kahvaltıya yöneldik.
Kahvaltılar dağıtılmaya başlanmıştı bile, tepsilerde hazır bizi bekliyordu. Ama çaylar paraylaydı, 1 lira.
Tam yemeğe başlamışken yağmur bastırdı gene. Etrafta fazla da sığınacak yer kalmamıştı. Birkaç şemsiye boştaydı. Hemen bir tanesini ayarladık ve altında kahvaltımızı yaptık. Neler vardı: gene reçel, tereyağ, bal ve peynir.
Neyse ki yola çıkana kadar dinmişti yağmur. Kahvaltının sonuna karar verildiğinde hareket borusu çaldı ve Aktur çıkış kapısında toplanıldı. Herkes üzerine yağmurluğunu giymiş acaba tekrar yağar mı diye hazırlıklıydı.
Hava iyi görünüyordu. Grup birazdan hareket etti, 50 km’lik Marmaris etabı için yola çıktık. İlk molanın verildiği yerde, herhalde kahvaltıdaki çay kesmemişti ki herkes çaya hücum etti.
Gece yağan yağmurun yol açtığı toprak kayması sonucu yolun tek şeridinin kapandığını ve kontrollü geçiş verildiğinden dolayı biz de hareket etmek için uygun zaman sinyalini bekliyorduk. Önümüzde aile fotografını çekeceğimiz “Balıkaşıran” noktası vardı. Buradan her iki yandan deniz görülüyordu. Bir taraf Ege, diğeri Akdeniz. Sonunda start alındı ve grup tekrar yola koyuldu.
Tırmanışa devam. Balıkaşıran’ı geçene kadar çıkılacaktı. Hani öyle çıkılmayacak bir yol değildi. Herkes gücü nispetinde pedal basıyordu. Ama gene de isteseniz de istemeseniz de bir yarış sözkonusuydu. Öne fırlayanlar veya önde olmak isteyenler, hatta öndeyim demek isteyenler kendilerini belli ediyorlardı. Bu ne kadar bir gezi olsa da insanın içindeki yarışma güdüsü eksilmiyor. Bu gezi boyunca buna ilişkin çok örnek gördüm.

İki Mustafa olarak Firuzan’ın kamerasına pozumuzu verdik - elbette. Aslında araya birini alsaydık da kısmeti açılsaydı! Gezi boyunca adaşımla keyifli sohbetler ettik. Hem bisikletten, hem spordan hem de özlemlerimizden bahsedip pedalladık.
Tabii ben Firuzan’ı ancak durduğumuzda görebiliyordum, daima önlerdeydi. İlk 5’e girdiği söyleniyordu. Hatta performansı konusunda ciddi övgüler topladı. Hani bazıları da kıskanmandı değil. “Bir kadın için çok iyisiniz" lafı neyi ifade ederdi ki? Hani neresinden baksan “faul”.
Her neyse sonunda tepe noktasında grup buluştu. Burada artık resim mi çektiren dersiniz, şarkı mı - marş mı söyleyen dersiniz her türden eğlence vardı. Grubun hanımları bir araya gelip bir fotograf çektirdiler, ancak sadece 12 kişi olduklarını görmek bir kez daha bisiklete binen kadınların azlığının nedenini düşündürdü! %8 düşük bir oran. Kadınlara ayrı bir kontenjan mı ayırmalıyız acaba? Meclise gelsinler diye.


Ancak bir köşede küçük bir grubun hararetli birşeyleri tartıştığını, telefonlar ettiğini fark ettiğimde istemesem de dikkatim oraya kaydı. Merakımdan yanlarına gidip “Neler oluyor” diye sorduğumda grupta nahoş bir olayın olduğunu öğrendim. Kendini bilmez bir deli ilaçlarını almaması sonucu dengesiz davranışlara girmiş! Çok şaşırdım, ne işi vardı aramızda! Şimdi burada arkasından konuşmak ve meseleyi bir tartışmaya dönüştürmemek için aktarmayacağım ama besbelli ki huzuru kaçmıştı arkadaşların.
Sağımızda solumuzda müthiş koylar. Küçücük girintiler, dantel gibi oyulmuştu. Herhalde deniz yolundan buralara ulaşmak çok zevkli olsa. Denildi ki Muğla ilinin kıyı uzunluğu İspanya’nınkinden fazla. Bence de doğrudur, gerçekten gir çık kıyıları bitiremezsin. Tabii bu güzelim koyların üzerinde Firuzan’ın bir resmini çekmeden geçemedim. Nasıl kadraj yapmışım ama :)?
Bölge bölge gruplaşanlar hem resim çektiriyor hem de milli marşlarını söylüyorlardı. Bunların arasında Karadeniz Ordu çok baskındı. Hem sesleri gür hem de birlik içinde hareket etme konusunda başarılıydılar.
Aile fotografının da çekilmesiyle ve de hareket etme vaktinin de gelmesiyle bisiler yerlerden kaldırılıp tekrar binildi. Buradan sonrası bir inişti ki sormayın. Çinliler’in bayramlarında gördüğümüz dragonlar vardır ya “ejderha desek onlara nasıl olur?” böyle süzülerek, kıvrılarak hareket ederler. “Bu arada, Çinliler yeni yıl kutlamalarında yaparlarmış bunu.” Aynen bu şekilde 150 bisikletçi bir zincir gibi iniyordu. İzlenmesi öyle keyifliydi ki sırf tamamını göreyim diye sona kaldım. Yoksa yokuş aşağıya beni tutan pek olmuyor diyeyim de biraz moral toplayayım : ))
Ancak yolumuz gene çıkışlarla inişlerle devam ediyordu. Sanmıştım ki artık hep iniş. Neredeeee?!! Bu fırsatla Mehmet Mutluoğlu ile sohbet ediyor karşılıklı bilgilerimizi paylaşıyor, dostluğun temellerini atıyoruz. Zaten gezi öncesi Firuzan'ın da tanıdığı ortak arkadaşlarımız vardı. Aynı zamanda Alphan Keşkekler'i de saymalıyım.
Belli noktalarda verilen molalarla grup tekrar biraraya geliyor sonra tekrar hareket edilerek ilerleniliyordu. Bu güzel toplanmalarda resimler çekiliyor. Yarım kalmış konulara devam ediliyordu. Ben de fırsat bilip hiç tanışmadıklarımla diyaloğa girerek yeni dostlar ediniyordum. Bursa’dan Levent ile yaptığımız sohbette Tirilya ve çevresine ait çok güzel bilgiler aldım. İlk fırsatta gitmek isterim o bölgeye. Teşekkürler Levent.
Sonunda öğlen yemeğini yiyeceğimiz Hisarönü’ndeki pideciye girdik (Üçler Restaurant). Masalar kurulmuş, garsonlar bizi bekliyorlardı. Fırın arı kovanı gibi çalışıyordu. Pideyi kapan garson masalara dağıtıyordu. Fakat 150 aç bisikletçiye yetişmek pek de kolay değildi. Karınca gibi çalışsalar bile yetişemiyorlardı. Önceden masalara konulmuş yeşillikler anında süpürüldü. Ne var ki fiks menüde pide kıymalıydı. Olacak iş miydi bu?!! Yap şunu peynirli be kardeşim! Herkes yerken bakmak en fenası. Şefe gidip yalvararak bize 2 tanesini peynirli yapar mısın diye sordum, kabul etti ama servis sonunda olabilir dedi. Ona da razıydık, yeter ki karnımıza birşeyler girsin. Neyse sonunda muradımıza erdik ve bekleyen derviş mükafatını aldı. Biz de doymuş olduk. Bu arada Ali Kaya da bizimle gırgırını geçiyordu, Datça öğretmen evinde 2’şer çorba içmiştik, burada da ne yapacaktık acaba diye takipteydi. Biz sadece bir salatayı kendimize kaptık. Sonra künefelere geçildi. İşte burada Ali hünerini gösterdi ve bir şahin hızıyla, çıkan künefeyi yakalayıp geldi. Fırının kapısında pusuya yatmıştı. Firuzan da çay kuyruğunda hazır bekliyordu, böylecene yapılan iş bölümünde grubumuz organize işler çıkartıyordu. Karınlar doyunca biraz sakinleştik. Ali ile daha çok sohbet ettik. Gırgırı yerindeydi, sürekli bizi makaraya alıyordu. Datça'da içtiğimiz kase kase çorba gözünden kaçmamıştı. Ne edelim doymuyorduk :) Ama Ali ile çok güzel bir arkadaşlığımız oldu gezi boyunca ve eminim ki sürecek bu dostluğumuz. Gezide tanıştığım değerli insanlardan birisi.
Yola çıkma zamanının da gelmesiyle pidecinin içi boşaltıldı ve rampalara doğru pedal basıldı. Organizasyon Marmaris için apart bir oteli ayarlamıştı. Ancak İstanbul grubunun bundan haberi olmadığından rezervasyona dahil edilmemiştik. Acaba nasıl çözülecek merakı içindeydik!!!. Öyle ya, çok hoş gelmişti kulağa, sıcak su, yaylı yatak durumları. Konformist diyebilirsiniz.
Neyse kısa keseyim, çıktık indik çıktık indik sonunda Marmaris göründü. Önce meydandaki Atatürk heykeli çevresinde toplanıp saygı duruşu ve İstiklal Marşı okundu. Yerel basın fotograflar çekti. Ardından sokak içlerine girilip sonunda MarSoleil Apart Otel’ine vasıl olundu.

Herkes anahtar - resepsiyon - yerleşmek derdindeydi. Bizim durumumuzu da Fırat ve Tuğrul çözmüşlerdi. Ya 3 ya da 5 kişilik odalardan bir tanesini seçecektik. 22 nolu odayı Emre’yle paylaşmak üzere kaptık. Hemen eşyaları çıkartıp odamıza yerleştik. Hasan bu akşam abbastı, İstanbul’a dönüyordu 22:30’da. Önceliği ona verdik ve banyoya sırayla girip pür-i pak olduk. Sadece bununla kalmadık, eşyalar açıldı, balkona ipler gerildi ve hepsi yıkanıp asıldı. Başka bir ifadeyle gene çamaşır günü ilan etmiştik adeta. Sonra da yemeğe inildi. Ohooo, millet çoktan yerini almış, birasını yudumluyordu. Tam bu sırada Fikret Albay’dan aldığım bir telefondan TRT2’de bisikletle ilgili bir programa çıkacağını öğrenmemle Tuğrul Mutlu’ya bu durumu duyurup tv’yi açtırdım. Çok keyifli oldu, tüm grup bu programı da izlemiş oldu böylecene. Yarım saatten fazla bisikletle ilgili röportajlar, görüntüler yayınlandı.
Evet bakalım neydi bu akşamın yemeği: kurufasulye, pilav ve cacık, ama gene etli kuru. Tabii elimizi sürmedik, abdestimiz bozulurdu yoksam. Buna karşılık pilavdan ve cacıktan 2 tabak yedik. Bu helal gıdaydı bizim için. Gece turun son gecesiydi ve sohbet, adres almalar, tanışmalarla geçti. Hasan ve diğer dönenler birazdan gitmek zorundaydılar. Dostlar vedalaştı. Kalanlar sohbete devam etti. Biz de Datça’lı Mehmet Mutluoğlu ve Alphan Keşkekler’le ortak tanıdıklarımızı, eski gezilerimizi paylaşıyorduk. Sonra bize Balıkesir’li Kayhan Özoğul da katıldı. Malumunuz aileden sayılır kendileri, emmioğlu. Büyük bir tesadüf sonucu Firuzan’ın akrabasını turda bulmuştuk. Şaka şaka ama soyadı benzerliği de o kadar ki bu kadar olur. 2 bisikletçi ve aynı soyadı ve de aynı turda! Ama akrabamızdan çok değerli bilgiler aldık. Bilindiği üzere ilkyardım konusu ondan sorulurdu, biz de bu fırsatı bilip merak ettiğimiz herşeyi sorduk. Ve öğrendik ki yanımızda taşıdığımız ilkyardım çantasındaki pek çok şeyi boşuna, veya gereksiz almışız. İstanbul dönüşü ilk işimiz çantamızı öğrendiklerimiz doğrultusunda yenilemek olacaktı (halen yapmış değiliz). Bununla kalmayıp devamında yapmayı düşündüğümüz rota hakkında epeyce ipucu elde ettik. Kayhan buraları çokça turlamıştı, kimbilir kaç kere? Zaten ertesi gün o ve birkaç bisikletçi Antalya’ya doğru pedal basacaklardı. Aynı yolun küçük bir kısmını da biz sonradan gitmek istiyorduk.

Öyle böyle gece sürdü ve uykumuz da artık geldi. Yarın kimileri Antalya’ya, kimileri Akyaka’ya, kimileri de bizler yani Serçe’ye gidecektik. Odamıza girdiğimizde Emre çoktan yataktaydı. “Biraz üşütmüş de, boğazı batıyordu. İlaç almış, hemen yatmıştı.” Sessizce biz de odamıza geçip, haaa söylemedim, iç içe 2 odaydı burası, uyku pozisyonuna geçtik. Aman sormayın yataklar sanki cennet yatağı, mışıl mışıl uyuduk. Ne rüzgar, ne ses, ne de telaş vardı. Son gece kıyağı için Fırat Okutucu’ya teşekkur etmeliyiz. Daha önceki turlarda galiba olmamıştı.
Yol: Aktur > Balıkaşıran > Hisarönü > Marmaris (50 km)


29.10.09 Perşembe / Marmaris

Sabah kahvaltısı için mekana indiğimizde hafiften hareket başlamıştı. Bugün devam edecekler eşyalarını hazırlamış kamyonetin gelmesini bekliyordular.
Neyse bu sefer bizim işimiz rahattı. Kahvaltılarımızı alıp bara yerleştik. Reçelleri ve yağı yanımızdaki arkadaşlara devrettik. Dostlarla sohbetleri sürdürdük. Haa aklıma gelmişken, dün arı sokması sonrasında bana “tiger balm” pomatını süren (öyle de iyi geldi ki) ve bugün giderken belki yolda lazım olur diye küçük kavanozu da hediye eden Yeşim Ekinci’ye (Fethiye’den) tekrar çok çok teşekkür ederim. Çok dostça bir yaklaşımdı, çok mutlu etti. Fethiye’de uğramak üzere konuşmuştuk ama maalesef evdeki hesabı çarşıya uyduramadık. Ama mutlaka o bölgeye yine geleceğiz.
Az sonra gidecekler için start verildi. Vedalaşmalar / kucaklaşmalar ve güle güle sesleri arasında grup Akyaka’ya hareket etti, 30 km’lik bir yolları vardı önlerinde. O sırada: ”Bir de baktık ki havada paraşütlü biri, bir tekne tarafından çekiliyor. Arkasında bir Türk bayrağı, denizin üzerinde süzülüyor. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlamalarının bir parçasıydı bu anlaşılan.” Biz ve birkaç kişi geride kalmıştı.
Emre akşam otobüsüyle dönecekti. İlk başta bize katılmayı düşünüyordu ama son yağmur, çadır durumları onu biraz yıldırdı galiba. Son günümü tembellikle, güneşlenmekle geçireyim dedi. Hava da çok güzeldi. Güneş ışıl ışıl tepede. Biz de kurumuş olan eşyalarımızı toparlayıp, bisikletlerimizi yol için hazırlamalıydık. Otel sahibiyle de konuşup Serçe turumuz sonunda tekrar bir gece kalmak için fiyat ve durumunu öğrendik. Mümkündü, 25 liraya kalabilirdik bir gece daha. Sağolsun Fırat Okutucu bu konuda bize yardımcı oldu, eksik olma arkadaşım.

Yani herşey yolundaydı, GPA3 burada bizim için sona eriyordu ve turumuzun 3. bölümü başlıyordu. Devamla Serçe, Dalyan ve Fethiye yapacaktık (Marmaris-Serçe).

Bu gezide çok iyi arkadaşlar edindik, dostluklar kurduk. GPA4'de tekrar buluşmak üzere.
Yol: Akyaka > Ören (60 km) > Bodrum (120 km) > Aktur (165 km) > Marmaris (215 km)

Bu geziyle ilgili daha fazla bilgi ve görsel arayanlar için:

Not: Fotograflarını kullandığım arkadaşlarıma çok teşekkür ederim; Serkan Taşdelen, Emre Kınacı, Dilek Bulut, Hüseyin Suda, Enes Şensoy, FotoFiru.

Kaynakça: